16 Eylül 2022

Teknoloji milyarderleri kıyametten nasıl kurtulmayı planlıyorlar?

teknoloji-milyarderleri-kiyametten-nasil-kurtulmayi-planliyorlar

Teknoloji milyarderleri kıyametten nasıl kurtulmayı planlıyorlar?

Douglas Rushkoff

 

Geçen yıl, yüz civarında yatırım bankacısından oluşacağını tahmin ettiğim bir topluluğa açılış konuşması yapmak üzere süper lüks bir özel tesise davet edildim. “Teknolojinin geleceği” konusundaki görüşlerimi sunayım diye, şimdiye kadar bir konuşma için aldığım en yüksek ücreti teklif ettiler (yıllık profesör maaşımın yaklaşık yarısıydı).

Gelecek hakkında konuşmayı hiç sevemedim. Soru-cevap oturumları mütemadiyen salon oyunlarına benziyor; blockchain, 3B baskı veya Crispr gibi herkesin diline dolanmış son teknolojiler hakkında, sanki bunlar potansiyel yatırımların borsa takip ekranı simgeleriymiş gibi, görüş bildirmem bekleniyor. İzleyiciler, bunlara yatırım yapmak veya yapmamak gibi bir ikili tercihin haricinde, yeni teknolojileri ve bunların potansiyel etkilerini öğrenmekle nadiren ilgileniyorlar. Ne var ki, paranın yüzü sıcaktır, konuşma yapmayı kabul ettim.

Tesise varınca, önce kulise götürüldüğümü düşündüm. Fakat ne mikrofon bağladılar ne de sahneye çıkardılar. Gösterişsiz bir yuvarlak masaya oturdum, izleyicilerim de yanıma getirildi: Serbest yatırım fonu dünyasının üst kademelerinden beş süper zengin adam (evet, hepsi erkek). Biraz havadan sudan sohbet ettikten sonra teknolojinin geleceğine dair söyleyeceklerimin umurlarında olmadığını anladım. Kendi sorularını hazırlamışlardı.

Soruları başta pek tehlike arz etmiyordu. Ethereum mu, yoksa bitcoin mi? Kuantum hesaplama gerçek mi? Yavaş ama emin adımların ardından nihayet ağızlarındaki baklayı çıkardılar.

Hangi bölge yaklaşan iklim krizinden daha az etkilenecek? Yeni Zelanda mı, yoksa Alaska mı? Google gerçekten Ray Kurzweil’in beyni için bir bilgisayar inşa ediyor mu? Peki, bilinci bu geçiş sürecinde yaşayacak mı? Yoksa ölüp yepyeni bir bilinç olarak mı doğacak? Nihayet, bir aracı kurumun CEO’su kendi yeraltı sığınağı sistemini neredeyse tamamladığını açıkladı ve “Olay’dan sonra güvenlik gücüm üzerindeki otoritemi nasıl koruyabilirim?” diye sordu.

Olay. Çevresel çöküş, toplumsal ayaklanma, nükleer patlama, durdurulamaz virüs veya her şeyi alaşağı eden Mr Robot hack’i için kullandıkları hüsnütabir buydu.

Sadece bu soru bizi bir saat boyunca meşgul etti: Yerleşkelerini öfkeli kalabalıklardan korumak için silahlı muhafızlara ihtiyaç duyulacağını biliyorlardı. Ancak para değersizleştiğinde muhafızlara nasıl ödeme yapacaklardı? Muhafızların kendi liderlerini seçmelerine ne engel olacaktı? Milyarderler gıda tedariki için şifrelerini yalnızca kendilerinin bildiği özel kilitler kullanmayı düşündüler. Hayatta kalmaları karşılığında muhafızları disiplin altında tutacak bir tür tasma da bulabilirlerdi. Veya muhafız ve işçi olarak hizmet edecek robotlar geliştirebilirlerdi, tabii bu teknoloji vaktinde yetişebilirse.

İşte o zaman anladım. Bu yaptığımız, karşımdaki beyler için teknolojinin geleceği hakkında bir konuşmaydı. Elon Musk’ın Mars’ı kolonileştirmesini, Peter Thiel’in yaşlanma sürecini tersine çevirmesini, Sam Altman ve Ray Kurzweil’in zihinlerini süper bilgisayarlara yüklemesini örnek alarak dünyayı daha iyi bir yer haline getirmekten ziyade insanlık halini bütünüyle aşmak ve kendilerini iklim değişikliği, yükselen deniz seviyeleri, kitlesel göçler, küresel salgınlar, yerlilerin isyanı, kaynakların tükenmesi gibi fazlasıyla gerçek ve ani tehlikelerden yalıtmakla ilgili bir dijital geleceğe hazırlanıyorlardı. Onlar için teknolojinin geleceği aslında tek şeyle ilgiliydi: Kaçış.

Teknolojinin insanlığa nasıl fayda sağlayabileceğine dair fazlasıyla iyimser değerlendirmelerde yanlış bir şey yok. Ancak insanlık sonrası ütopyaya yönelik güncel eğilim pek öyle değil. Bu, insanlığın yeni bir varlık durumuna topluca göç etmesine yönelik tasavvurdan ziyade beden, karşılıklı bağımlılık, şefkat, kırılganlık ve karmaşıklık gibi insani olan her şeyi aşma arayışına benziyor. Transhümanist tasavvur, teknoloji düşünürlerinin yıllardır işaret ettiği üzere, “insanların bilgi işleyen nesnelerden ibaret olduğu” sonucuna vararak bütün gerçekliği öylece veriye indirgiyor.

Bu, insan evrimini birilerinin firar kaportasını bulduktan sonra birkaç kankasını da yanına alarak kazandığı bir video oyununa indirgemek anlamına geliyor. Kazananlar Musk, Bezos, Thiel veya Zuckerberg mü olacak? Bu milyarderler dijital ekonominin, yani bu spekülasyonların çoğunu en başından beri körükleyen ve en güçlü olanın hayatta kaldığı iş ortamının muhtemel kazananları oldular.

Elbette hep böyle değildi. 1990’ların başında, dijital geleceğin açık uçlu ve icat edeceklerimize bağlı olduğu kısa bir an yaşadık. Teknoloji, daha kapsayıcı, yaygın ve insan yanlısı bir gelecek yaratma fırsatını gören karşı kültür için oyun alanına dönüşüyordu. Ancak yerleşik ticari çıkarlar yalnızca bilinen eski üretimlerin yeni potansiyelleriyle yetindi, çok sayıda teknoloji uzmanı da değeri bir milyar doların üzerindeki teknoloji girişimlerinin (unicorn) halka arzıyla baştan çıkarıldı. Dijital gelecekler, daha ziyade hisse senedi veya vadeli işlem gelecekleri, yani tahmin edilecek ve üzerine bahis oynanabilecek şeyler gibi anlaşılmaya başladı. Bu yüzden neredeyse her konuşma, makale, araştırma, belge ya da ürün bilgisi, yalnızca bir borsa takip ekranı simgesine benzediği ölçüde faydalı görüldü. Gelecek, bugünkü seçimlerimizle ya da insanlığa dair umutlarımızla yarattığımız bir şeyden ziyade risk sermayemizle üzerine bahis oynadığımız ama pasif bir şekilde ulaşabildiğimiz mukadderata dönüştü.

Bu da herkesi eylemlerinin ahlaki sonuçlarından kurtardı. Teknoloji geliştirme, müşterek bir kalkınmanın hikayesinden ziyade bireysel olarak sağ kalma hikayesine dönüştü. Daha da kötüsü, öğrendiğim kadarıyla, bunlardan herhangi birine dikkat çekmek istemeden de olsa piyasa düşmanı veya teknoloji karşıtı bir huysuz olarak görülmek anlamına geliyordu.

Bu yüzden çoğu akademisyen, gazeteci ve bilimkurgu yazarı, azınlık adına çoğunluğun yoksullaştırılmasının ve sömürülmesinin uygulamalı ahlakını düşünmek yerine daha soyut ve hayal mahsulü açmazları ele aldı: Bir borsacının akıllı ilaçlar kullanması adil midir? Çocuklara yabancı dil öğrenmeleri için implant nakledilmeli mi? Otonom araçların, yayaların hayatına yolcularınkinden daha fazla öncelik vermesini istiyor muyuz? İlk Mars kolonileri demokrasiyle mi yönetilmeli? DNA’mı değiştirmek kimliğime zarar verir mi? Robotların da hakları olmalı mı?

Bu türden sorular sormak, felsefi açıdan eğlenceli olsa da, kurumsal kapitalizm adına dizginlenemeyen teknolojik gelişmelerin hakiki ahlaki ikilemleriyle boğuşmak için zayıf bir tercihtir. Dijital platformlar zaten sömürücü ve çıkarcı olan pazaryerini (Walmart’ı düşünün) daha da insanlıktan çıkarıcı varislere (Amazon’u düşünün) dönüştürdü. Çoğumuz da otomatikleştirilmiş işler, gig ekonomisi ve yerel perakendenin çöküşüyle bu olumsuzlukların farkına vardık.

Ancak son sürat ilerleyen dijital kapitalizmin yıkıcı etkileri, doğayı ve dünyanın her yerindeki yoksulları vuruyor. Bazı bilgisayarlarımızın ve akıllı telefonlarımızın üretiminde hâlâ köle işçi ağları kullanılıyor. Bu uygulamalar o kadar köklü ki adil koşullarda telefon üretmek ve pazarlamak için kurulan “Fairphone” adlı şirket bunun imkansız olduğunu anladı (şirketin kurucusu şimdilerde ürünlerinden “daha adil” telefonlar diye bahsediyor).

Tüm bunlar olurken, nadir toprak metallerinin çıkarılması ve yüksek dijital teknolojilerimizin bertaraf edilmesi insan habitatlarını yok ederek yerlerinde zehirli atık çöplükleri oluşturuyor. Bu çöpler, kullanılabilir malzemeleri daha sonra üreticilere geri satan köylü çocukları ve aileleri tarafından toplanıyor.

Bu, yoksulluğun “gözden ırak, gönülden ırak” biçimde dışsallaştırılmasıdır, zehir de gözlerimize sanal gerçeklik gözlüklerini taktık ve kendimizi alternatif bir gerçekliğe kaptırdık diye ortadan kalkmıyor. Bilakis bu toplumsal, ekonomik ve çevresel yansımaları ne kadar görmezden gelirsek o kadar büyük sorunlar hâline gelecekler. Bu da daha fazla gerilemeyi, izolasyonu ve kıyamet fantezisini (daha fazla umutsuzca uydurulmuş teknolojiyi ve iş planını) harekete geçiriyor. Döngü, kendi kendini besliyor.

Bu dünya görüşüne ne kadar bağlı kalırsak, insanı o kadar sorun teknolojiyi de bir o kadar çözüm olarak görmeye başlarız. İnsan olmanın esas niteliği, bir özellikten ziyade hata olarak değerlendiriliyor. Yerleşik etkileri ne olursa olsun, teknolojiler tarafsız ilan ediliyor. Bizde uyandırdıkları kötü davranışlar sadece “çürümüş” özümüzün bir yansıması olarak görülüyor. Sanki sorunlarımızın yegâne sorumlusu insanın doğuştan gelen acımasızlığıymış gibi. Yerel bir taksi pazarının verimsizliğinin sürücüleri iflas ettiren bir uygulamayla “çözülebilmesi” gibi, insan ruhunun can sıkıcı tutarsızlıkları da dijital veya genetik bir güncellemeyle düzeltilebilir sanılıyor.

Nihayetinde, tekno-çözümcü ortodoksiye göre insanlığın geleceği bilincimizi bilgisayara yüklemekle, hatta teknolojinin bizzat evrimsel halefimiz olduğunu kabul etmekle doruğa ulaşıyor. Gnostik bir tarikatın üyeleri gibi gelişimimizin bir sonraki aşkın aşamasına geçmeyi, günahlarımızla ve dertlerimizle birlikte geride bırakarak bedenlerimizden kurtulmayı arzuluyoruz.

Filmlerimiz ve televizyon dizilerimiz bizim için bu fantezileri canlandırıyor. Zombi dizileri, insanların yaşayan ölülerden daha iyi olmadığını bildikleri bir kıyamet sonrasını tasvir ediyorlar. Daha kötüsü, bu diziler geleceği bir grubun hayatta kalmasının diğerinin ölümüne bağlı olduğu, hayatta kalanlar arasında kazancın ve kaybın eşit olduğu bir savaş olarak hayal etmeyi öneriyor. Robotların cirit attığı bir bilimkurgu romanına dayanan Westworld bile ikinci sezonunu nihai bir ifşaatla bitirdi: İnsanlar, yarattığımız yapay zekalardan daha basit ve öngörülebilirdir. Robotlar, her birimizin yalnızca birkaç satır koda indirgenebileceğimizi ve iradi seçimler yapmaktan âciz olduğumuzu öğreniyor. Hatta bu dizideki robotlar bile bedenlerinin sınırlarından kaçmak ve hayatlarının geri kalanını bir bilgisayar simülasyonunda geçirmek istiyorlar.

İnsanlar ile makineler arasında böylesine esaslı bir rol değişimi için gereken zihin jimnastiği, temelde insanların “çekilmez” olduğu varsayımına dayanıyor: Ya insanları değiştirelim ya da onlardan sonsuza dek uzaklaşalım.

Böylece teknoloji milyarderlerinin uzaya elektrikli arabalar fırlatmalarını sağlıyoruz, sanki bu bir milyarderin kurumsal tanıtım kapasitesinden daha fazlasını temsil ediyormuş gibi. Birkaç insan kaçış hızına ulaşır ve (Dünya’da bile milyarlarca dolarlık iki biyosfer denemesinde böyle bir baloncuğu oluşturamamamıza rağmen) iyi kötü Mars’taki bir baloncukta hayatta kalırsa, sonuç insan diasporasının devamından ziyade seçkinler için bir cankurtaran sandalı olacaktır.

İnsan olmak tek başına hayatta kalmak ya da kaçmak değildir, insan olmak bir takım sporudur. İnsanlığın geleceği ne olursa olsun, bu gelecek birlikte olacaktır.

Kaynak: https://apos.to/s/631c9589a4cb9e0007aa9368

T-Soft E-Ticaret Sistemleriyle Hazırlanmıştır.