PARA ADAMLARI – Dan MacCrum
Ocak 2019 itibarıyla, Financial Times haber merkezinin bir köşesindeki depoda iki ay geçirmiştim. Bilgisayar korsanlarının ulaşamayacağı bir yerde, “izole bir şekilde” çalışıyor ve her gece internete kapalı bilgisayarımı ve not defterlerimi on beş santim kalınlığında çelik duvarları olan bir kasaya kilitliyordum. Bu paranoyayı eve de taşıdım, işe gidip gelenlere şüpheyle baktım. Kaynaklarımın gizlice izlenmesini istemediğimden sürekli tetikteydim. Kaynaklarım, gergin ve sabırsızdılar. Sonra içlerinden biri hastalandı. Kaynağım bunun sebebinin stres olduğunu düşünmüştü fakat doktorun kötü bir haberi vardı: Beyin kanseri gibi görünüyordu. Acaba kaynağım adaletin yerini bulduğunu görecek kadar yaşayabilecek miydi?
Başımı öne eğerek editör Lionel Barber’ın kararını bekledim. Londra’da, Thames Nehri’ndeki Southwark Köprüsü’nün ayağında bulunan FT binasının birinci katında, Barber’ın moral konuşmaları yaptığı ve bizleri azarladığı ofisindeydik. Nehre sırtım dönük vaziyette oturmuş, yerinde duramayan ayağımı kontrol etmeye çalışırken Barber’ın Pakistanlı profesyonel politikacı İmran Han ile kriket oynarken çekilmiş bir fotoğrafına baktım. Popüler ve saygın bir editör olan Barber, kendisini dramatik olayların merkezine yerleştirme alışkanlığı nedeniyle ünlü kişileri tanıyormuş gibi yaptığı için “Lionel the Movie” olarak bilinirdi. İşler iyi gittiğinde şakacı ve coşkulu, iyi gitmediğinde ise eleştirici ve acımasızdı.
Gün bitmek üzere olduğundan dışarısı karanlıktı ve gazetenin uluslararası baskısı neredeyse tamamlandığından Barber’ın bizi görmeye vakti vardı. Kravat takmış ve koşu ayakkabıları giymiş takım elbiseli, şakaklarına hafifçe ak düşmüş, burnunun ucunda okuma gözlüğü bulunan Barber’ı izledim. Sert bir ses tonuyla, yapılan hataları ve eklenmesi gereken yerleri söylerken haberi de dolma kalemle işaretliyordu. Sonunda bitirdi, bir an durakladı ve haberi elinde tutarak şöyle dedi:
“Bu muhbir, adını bilmek istemiyorum ama kim bu?” Benden Financial Times’ın itibarını tehlikeye atmamı istiyordu. Parmağıyla metne dokunup “Bana neden ona güvenmem gerektiğini söyle” dedi.
O özel odada bile ayrıntılardan bahsetme konusunda gergindim. Soruşturmamızın hedefi, tanınmış bir teknoloji şirketiydi. Ekipte bulunan ve bu şirkete karşı görüş besleyenler, özel mesajlarının ve e-postalarının bilgisayar korsanları tarafından internete yüklendiğini fark etmişti. Gizlice dinlemeye karşı bir önlem olarak odada cep telefonu yoktu. Odanın dinleniyor olması mümkün müydü?
Derin bir nefes aldım. “Kendisi bir avukat ve bizimle konuşarak kariyerini ve güvenliğini riske attı. Doğru olanı yapmak istiyor ve ben de ona inanıyorum fakat asıl mesele bizim ona inanmak zorunda olmamamız. Elimizde belgeler var.” Bu özel haberin her yönüyle ilgili tüm ayrıntılar elimde mevcut olduğundan gerçeklere sığındım ve Barber beni dikkatle dinlerken ben de bildiklerimi bir çırpıda anlattım.
Sol tarafımda, FT’nin kıdemli editörlerinden Paul Murphy vardı ve bu işin her aşamasında benimle birlikte olmuştu. Şüphelendiğimiz fakat kesin olarak bilmediğimiz şey, Barber’ın zamanının daraldığıydı.
Sonunda ayrılmak üzere olduğuna dair söylentiler dolaşıyordu. Bundan sonra yapacağımız şey, ya bize bıraktıklarını daha üst yerlere taşımak ya da yanılıyorsak tamamen mahvetmekti. Ben yine ayrıntılara boğulunca Barber’ın gözlerini devirdiğini gören Murphy araya girdi ve sadede geldi. “Bakın, şirketin kendi avukatları bile onların dolandırıcı olduğunu düşünüyor, evet. Her şey gün gibi ortada.”
Murphy, doğal olarak şirketin adından bahsetmedi. Sanki adını söylediği zaman, şirket Voldemortvari bir şekilde odada peydah olacakmış gibiydi. Murphy ve benim içine düştüğümüz durum buydu. Kulak misafiri olanların dikkatini çekmemek için dile getirmediğimiz bir batıl inançtı. Konumuz her zaman “Şirket” ya da bu soruşturma mevzubahis olduğunda Ahab’dı. O kadar uzun süredir şirketin peşindeydim ki artık bu durum bir haber merkezi şakasına dönüşmüştü. Moby Dick’teki kaptan gibi, şirket elimden kaçırmak istemediğim büyük beyaz bir balinaydı. Bildiğim şey şuydu: Şirketin adı Wirecard’dı. Bu şirket, her yıl havada uçuşan trilyonlarca dolarlıkçevrim içi ödemelerden pay almaya hazırlanan bir ödeme şirketi olan PayPal’a Avrupa’nın cevabı olarak kurulmuş ve milyarlarca avro toplamıştı fakat gerçek çok daha garipti: Bir porno patronu tarafından borsaya açılan şirketin şu anda bazıları var olmayan düzinelerce küresel yan kuruluşu vardı. Şirkete karşı olanların bilgileri bilgisayar korsanları tarafından ele geçirilmiş ve bu kişiler fiziksel olarak tehdit edilmişlerdi.
Şirketin her yerinde kırmızı bayraklar olsa da hisse senedi analistleri, şirketin imparatorunun çok iyi giyindiği konusunda ısrar ediyorlardı. Aslında şirket borsada Deutsche Bank’ı daha yeni geride bırakmıştı. Şirketin milyarder CEO’su (icra kurulu başkanı), banknotların ve madeni paraların ortadan kalktığı ve tüm paraların dijital olduğu bir geleceğin şampiyonu ve teknoloji öngörülü bir kişi olarak kutlamalarla onurlandırıldı.
Başlangıçta Wirecard’ı FT’nin avukatına tarif etmekte zorlanmıştım fakat beş yıldır süren araştırmam boyunca asıl meselenin bu olduğunu fark ettim. Şirketin yatırımcıları ve finans piyasasını düzenleyici otorite de dahil olmak üzere içeride neler olup bittiğini gerçekten hiç kimse anlamıyordu. Anlayamadığımız nedenlerden dolayı şirketin Alman yetkililer tarafından korunduğuna ve Avusturyalı gangsterler tarafından yönetildiğine ikna olmuştum. Şirket, porno, kumar ve çevrim içi dolandırıcılığın dibine kadar batmıştı. Üst düzey yöneticilerinin savaş lortları, casuslar ve paralı askerlerle iş birliği içinde olduğu ortaya çıktı. Artık nihayetinde şirketin içinde bir şeylerin kokuşmuş olduğuna dair kanıtım vardı. İlk gördüğümde nefesimi kesen bir belgeydi. Her sayfanın üstünde baştan çıkarıcı bir uyarı vardı: “Yasal Olarak Ayrıcalıklı ve Kesinlikle Gizli. Lütfen emniyetli bir şekilde muhafaza edin. Kopyalamayın veya çoğaltıp dağıtmayın.” Bu bir muhabirin rüyasıydı, sadece gerçekten iyi haberlerin bu tür bir muamele gördüğünü biliyordum. Gözlerimi kısarak telefonuma bakarken, büyük harflerle yazılmış içindekiler sayfasına göz gezdirdim. Tuhaf şirket isimlerinden oluşan bir derleme vardı fakat sonra kelimeler belirginleşmeye başladı. HESAPLARDA SAHTECİLİK, SAHTEKÂRLIK, YOLSUZLUK, KARA PARA AKLAMA. Mucizevi bir şeydi. Bir anda neye uğradığımı şaşırmıştım. Bu kelimeleri yazıya dökecek öz güvene sahip olmak için aylarca çalışmıştım.
Murphy’nin yolundan gittim. “Bütün işleri parayı dünyanın dört bir yanına taşımak. Kendi bankaları var ve finansal sistemin içine sızmış durumdalar. Güya dürüstlük abidesi olmaları gerekiyor.”
Barber onaylar şekilde başını salladı ve masadaki dördüncü kişiye, Nigel Hanson’a baktı. Hanson, kalın bir dosya dolusu kâğıdın üzerine ayrıntılı notlar alan, gömleğinin kollarını kıvırmış küçümseyici bir avukat idi. Haberi çoktan ince eleyip sık dokumuştu ve her seferinde göz önünde bulundurulacak yeni bir şey buluyordu. Örneğin, Londra’nın en korkulan ve en saldırgan hukuk bürolarından biri olan Schillings hukuk bürosunun avukatlarına, ellerine koz geçirebilecekleri sıkıntılı bir kelime vermek gibi. FT’yi tek başına savunan kişi olarak sık sık bu durumdan bıkmış usanmış gibi görünür ve eğer yapabilirse de bir sivriliği törpüleme fırsatını genelde değerlendirirdi. Barber ona güvenirdi. “Bu durumun hukuki riski nedir?”
Hanson kalemini bıraktı. İlk kez rahatlamış görünüyordu. “Şirketin aleyhinde bir şeyler yazmak açısından baktığımızda elimizde güçlü gerekçeler olduğunu düşünüyorum: sağlam kanıtlar, kamu yararı için saydamlık ve elimizdekilerin doğru olduğuna dair makul bir inanç.
Sanırım bu haberin etkisinin son derece kötü olması nedeniyle bize dava açmaları ihtimaliyle yüzleşmek zorundayız. Sınırsız kaynaklara sahipler.”
Artık bu son hamleydi. Barber sinirlendi: “Bana zorbalık yapılmasına izin vermeyeceğim. Haber güzel. Eğer bize dava açacaklarsa da bırakalım açsınlar.”
Bu söz, odadan artık çıkmamız yönünde bir işaretti. Aylar süren çalışmalardan sonra haberi kamuoyu önünde test etme ihtimali karşısında sevinç ve bulantı karışımı bir duygu hissettim. Bu durum, kaynaklara umutsuzca istedikleri şeyi verecek fakat aynı zamanda onları ifşa olma riskine de maruz bırakacaktı. Masadan kalkarken, Hanson son bir istekte bulundu. “Eğer sorun olmazsa, emin olmak için ikinci bir görüş almak istiyorum.” Ertesi gün, Cuma sabahı, Hanson kararsız kalmıştı. İşe giderken taslağın basılı bir kopyasını e-postadan yollamak yerine FT’nin hukuk bürosuna bıraktı. Haber merkezindeki masasına gider gitmez, çığ gibi büyümüş dava dosyalarının altında zorlukla seçilebilen Hanson’a bir avukattan telefon geldi.
Endişelenmemiz gereken şey şirketin aleyhinde bir şeyler yazmak değil, tedbir kararıydı. Eğer dikkatli olmazsak şirket, haberin asla gün ışığına çıkmamasını sağlama alabilir. Üçüncü bir görüşe ihtiyaç vardı. Eğer iş o noktaya gelirse, davayı yargıç önünde savunması için çağrılacak bir avukatın görüşüne. Alelacele bir görüşme ayarlandı.
O akşam saat 6.30’da Murphy, Hanson ve ben Barber’ın ofisinin dışında, üst düzey yöneticilerin ofislerinin bulunduğu haber merkezinin sonundaki koridorda yer alan U şeklindeki yerde bekledik.
Hayatımda gördüğüm en can alıcı görüşmeyi yapmak üzereydik: Hukuk mesleğinin en tepesinde yer alan Kraliyet Hukuk Danışmanı ile telefon görüşmesi. Murphy son derece sevimsiz olan bu kişiyle nasıl başa çıkılacağı konusunda hızlıca talimat verdi. “Kendilerini tanrı sanıyorlar. Devasa egoları var. Ne olursa olsun, tartışmaya girme. Kraliyet hukuk danışmanı, bulunduğu odadaki en önemli kişi olmaya alışkındır. Onunla aynı fikirde olmazsan, tutumunu daha da sertleştirir.”
Danışman doğrudan konuya girdi. “Avukatların raporunu ve taslak haberi gözden geçirdim. Karşı tarafa danışmanlık yapıyor olsaydım, onlara ihtiyati tedbir kararı almalarını söylerdim.”
Hanson danışmandan bunun ne anlama geldiğini açıklamasını istedi. Schillings, Londra’daki Yüksek Mahkeme’ye başvurarak şirket içi belgelere erişimde gizliliğin ihlal edildiği iddiasıyla haberin yayınlanmasının durdurulmasını talep edebilir. Yayınlamak istediğimiz şeyle ortaya çıkmamız ve bir yargıcı bunun neden kamu yararına olduğuna ikna etmeye çalışmamız gerekir. Hemen bir karar alabiliriz fakat büyük olasılıkla her iki tarafa da argümanlarını hazırlamaları için zaman vermek üzere duruşma altı hafta ertelenir ve bu süre zarfında yayın yapamayız. Bu tam bir felaket olur. Şirketin her şeyi açıklığa kavuşturması ve örtbas etmesi için haftaları olur ve ayrıca tamamen susturulma tehlikemiz de var. Kaynaklarımızı bir hiç uğruna ifşa etme riskini göze aldık. Bir de bu durumun olası bir bedeli vardı: Kaybeden taraf her iki tarafın da mahkeme masrafını öderdi ki bu da kolayca altı haneli bir meblağ anlamına gelirdi.
Editör kasıtlı olarak konuşmaya dahil oldu. “Ben Lionel Barber. Bana bu haberi yayınlayamayacağımızı söylüyorsunuz. Buna inanamıyorum, borsada işlem gören büyük bir şirketteki dolandırıcılığı ortaya çıkarıyoruz ve siz bana bunun gizli olduğunu söylüyorsunuz.”
“Benim size tavsiyem, bir ihtiyati tedbir kararının talep edilmesi ve alınması konusunda önemli bir riskle karşı karşıya kalacağınız yönündedir.”
Barber kollarını açmış biçimde danışmanın kararına itiraz etti. “Peki, kamu yararı ne olacak?”
Kızgınlığımı gizleyemeyerek ben de söze girdim. “Suç işlendiğine dair açık bir kanıt var ortada. Bunu ifşa etmenin kamu yararına olacağına eminiz.”
Geri adım atmayan danışman “Anlaşıldı mı?” dedi. “Bunun sadece bir ara rapor olduğu yazıyor. Soruşturmanın nihai sonuçları neler?”
Çığlık atmak istedim. “Sümen altı edildi. Bu yüzden muhbir bize ulaştı. Ortada bir örtbas var.”
“Peki, bu kişi bu konuda tanıklık eder mi?”
Masadaki herkesin yüzü asıktı ve hepimiz cevabı biliyorduk. Londra mahkemelerinin kaçınılması gereken bir felaket olduğunu, oligarkların ve despotların muhalifleri sindirmek ve hesaplaşmak için kullandıkları bir çomak olduğunu anlayacak kadar uzun süredir gazetecilik yapıyordum ama bu yeni bir rezillikti. Görüşme bittiğinde FT’nin binlerce sterlinini, haberimin lime lime edilmesi için harcamıştık. Murphy sistemin aptallığına lanet okudu. Şoktaydım, şimdiye kadar elime geçen en iyi fırsat buydu. Muhbirlere ne söyleyeceğim şimdi?
Barber bizi karanlığa doğru gönderdi. “Bu durumu bu gece açıklığa kavuşturamayacağız ve benim Tokyo’ya giden uçağa yetişmem gerekiyor. Bu haberi yapmanın bir yolunu bulmamızı istiyorum.”
Danışmanın, haberi baltalamasından beş gün sonra, sabah 5.30’da alarmım çaldı. 30 Ocak Çarşamba günüydü. O gece çok az uyumuştum, gözlerimi açar açmaz bir adrenalin dalgası hissettim.
Kritik an gelip çatmıştı. Haberi asgari düzeye indirdik ve gizliliğe ya da yasal ayrıcalığa hiç değinmeyen belgelerimden oluşan bir sunuma dayandırdık. Ekibin Asya’daki merkezinde çalışan orta düzey bir finans yöneticisi hakkında hesaplarda usulsüzlük yaptığı gerekçesiyle soruşturma başlatılmıştı. Yine de bu kişi açığa alınmak ya da kovulmak yerine terfi ettirilmişti.
O sabah tek yapmam gereken bunun gerçekten doğru olup olmadığını öğrenmekti. Aylar süren çalışmalar neticesinde, son bir ayrıntı daha ortaya çıkmıştı: Bu kişi hâlâ çalışıyor muydu? Eğer ayrılmış olsaydı, yayınlanacak bir haberimiz de olmazdı. Niyetimiz belli olacağından son ana kadar bu kişiyle iletişime geçmedik. Kendisine ve şirkete, cevap vermeleri için makul bir süre tanımamız gerekiyordu fakat daha fazla değil. İhtiyati tedbir kararı riski hâlâ gerçekti.
Kahve yapmak için çok erkendi. Kahve öğütücünün sesi, çocukları uyandırabilirdi. Çay içmeye karar verdim, yırtık pırtık sabahlığımla masaya oturdum ve bu kişinin ofis hattını aramaya hazırlandım. Plana göre sorular sabah 6’da, Singapur’da öğleden sonra erken saatlerde ve Londra’dan bir saat ileride olan Münih’te günün başlangıcında gönderilecekti. 5.53’e kadar bekledim, sonra aradım.
“Alo, Edo mu acaba?”
“Evet, merhaba.”
“Edo Kurniawan?”
“Evet, yardımcı olabilir miyim?”
“Hâlâ Uluslararası Finans’ın başındasınız, değil mi?” Karşı taraftan beni onaylayan bir ses geldi. “Harika. Benim adım Dan McCrum, Financial Times’tan arıyorum, ben bir gazeteyim.” Hayır değildim, kesinlikle kahve yapmam gerekiyordu. Bir an için afalladım. “Oh, pardon, Financial Times gazetesi. Ben sadece haberini yaptığımız bir olay hakkında sizinle konuşmak istiyorum. Bu görüşmeden sonra size bazı sorular göndereceğim, bunlara bir göz atarsanız çok memnun olurum. Bu konuda nispeten kısa bir süre var. Eğer bana dönmek isterseniz akşam 9’a kadar olması lazım. Bugün Singapur saatiyle. Bugün itibarıyla, evet.” Kalbim küt küt atıyordu. İşte başlıyoruz. “Tamam, anladığım kadarıyla Wirecard’da şüpheli işlemlere karıştığınız, belgeleri geriye dönük olarak düzenlediğiniz ve sahtecilik yaptığınız için soruşturuluyorsunuz.”
Kurniawan araya girdi. “Bu konuda bilgim yok. Şu anda bir toplantının ortasındayım. Aslında tüm hesapları kapatıyorum.” Dedi kibarca telefonu olabildiğince çabuk kapatmaya çalışarak. “Teşekkür ederim. Güle güle.” Telefon kapandı.
Sevinçten havayı yumrukladım. Artık başlamıştık, haber güzeldi. Bu görüşme, şirket hakkında bildiklerimin, yıllar boyunca duyduğum gerçeklerin, teorilerin ve fısıltıların çok küçük bir kısmıydı. Şirketin, çocuk pornografisi için ödemeleri işleme koyduğu, mafya ile iş birliği içinde olduğu, finans piyasasını düzenleyici otoriteyi ve politikacıları parmağında oynattığı, sözde gelişen işletmelerinin içi boş kabuklardan başka bir şey olmadığı ve ifşa edilmekten kaçınmak için hiçbir şeyden vazgeçmeyeceği belliydi. Ancak bu sadece bir başlangıçtı, dünyanın geri kalanına bir şeylerin yolunda gitmediğine dair bir işaretti. İşe yarar mıydı? Haberi yayımlayabilecek miydik? Sorular hazırdı ve gönder tuşuna bastım. Yedi saat içinde cevabımızı almış olacaktık.
Scala Yayıncılık’tan kitaba ulaşmak için:
Para Adamları
Dan MacCrum
https://www.scalakitapci.com/para-adamlari