22 Ağustos 2025

Osman Şenkul - Üretim için yüksek faizden kaçmamak işsizlik ve yoksulluğa göz yummaktır

osman-senkul-uretim-icin-yuksek-faizden-kacmamak-issizlik-ve-yoksulluga-goz-yummaktir

Üretim için yüksek faizden kaçmamak işsizlik ve yoksulluğa göz yummaktır

Osman Şenkul

Türkiye İstatistik Kurumu'nun son açıkladığı verilere göre, 2025 2. çeyrekte yüzde 8,6 olarak açıklanan mevsim etkisinden arındırılmış dar tanımlı işsizlik oranı bir önceki çeyreğe göre 0,3 puan yükseldi. Mevsim etkisinden arındırılmış âtıl işgücü (geniş tanımlı işsizlik) oranı ise 2025 yılı 2. çeyreğinde bir önceki çeyreğe göre 3,5 puan artışla yüzde 32 olarak açıklandı. Türkiye'de gençlerdeki geniş tanımlı işsizlik ise yüzde 41,7'yi buldu.

DİSK-AR'ın hesaplamalarına göre, AB ortalamasında 2025 1. çeyrek itibarıyla dar tanımlı işsizlik oranı yüzde 5,7 iken geniş tanımlı işsizlik yüzde 10,9 düzeyindeydi. Dar ve geniş tanımlı işsizlik oranları arasındaki puan farkı AB ortalamasında 5,2 iken Türkiye’de bu 13,9 puana yükseliyor. 2025 2. çeyrek itibarıyla, Türkiye’de dar tanımlı işsizlik oranı yüzde 8,6 düzeyindeyken, geniş tanımlı işsizlik yüzde 32 düzeyine yükseldi; böylece, Türkiye’deki geniş tanımlı işsizlik oranı AB ortalamasının yaklaşık 3,7 katını buldu.

Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi'nin (BETAM) hesaplamalarına göre, mevsim etkilerinden arındırılmış verilere göre 2025 yılı ikinci çeyrekte istihdam bir önceki çeyreğe kıyasla 41 binlik azalışla 32 milyon 435 bin seviyesine gerilerken işsiz sayısı da 106 bin arttı, sonuçta işgücünde 65 binlik artış yaşandı; bu gelişmelerin sonucunda işsizlik oranı 0,3 puan artışla yüzde 8,6 oldu.

Mevsim etkilerinden arındırılmış istihdam 2025’in ilk üç ayına kıyasla hem erkeklerde hem kadınlarda azalırken, inşaat ve hizmet sektörlerinde arttı; en büyük azalış 156 binle (yüzde 2,3) sanayide yaşandı. İstihdam seviyeleri bir yıl öncesi ile (2024 Ç2) karşılaştırıldığında toplam istihdam 41 bin azaldı; erkek istihdamı 65 bin azalırken kadın istihdamı 24 bin arttı.

Mevsim etkilerinden arındırılmış genç (15-24 yaş arası) işsizlik oranı 0,7 puanlık artışla yüzde 15,9 olarak gerçekleşti. Son çeyreğe kıyasla, genç kadınlardaki işsizlik oranı 0,8 puan artarak yüzde 23,7 oldu, genç erkeklerdeki işsizlik oranı ise 0,6 puan artışla yüzde 11,7 olarak kaydedildi. Son bir yılda ise genç erkek işsizlik oranı yüzde 13,7’den yüzde 11,7’ye gerilerken genç kadın işsizlik oranı yüzde 21,4’ten yüzde 23,7’ye yükseldiğinden genç kadın ve erkek işsizlik oranlarındaki fark 7,7 puandan 12 puana ulaştı.

Mevsim etkilerinden arındırılmamış verilerde kıştan bahara istihdam artışı olduğundan bu verilere göre eğitim gruplarındaki işsizlik oranı bir önceki çeyreğe kıyasla tüm gruplarda düşmüştür. En çok düşüşün görüldüğü grup 0,7 puanla yükseköğretim mezunları oldu. Lise mezunlarında düşüş 0,2 puan olurken, lise altı grubunda düşüş 0,1 puandır. Mesleki ve Teknik Lise grubunda ise işsizlik oranı 0,5 puanlık bir düşüş gösterdi.

Mevsim etkilerinden arındırılmış yıldan yıla sektörel değişimi gösteren verilere göre istihdam 2025 2. çeyrekte inşaat ve hizmetlerde artmıştır. Tarım istihdamı geçen yıla kıyasla 6,4 puan gerilerken, sanayide istihdam 1,3 puan geriledi. Sanayide kadın istihdamı 4,6 puan azaldı. Bu dönemde yavaş bir ivmeyle de olsa artış gösteren inşaat ve hizmet sektörlerinde ise 2025 ilk çeyrekte istihdam artışı tamamen durmuştu. 2025 ikinci çeyrekte ise inşaat ve hizmetlerde toparlanma sinyalleri görüldü.

Tüm bu gelişmelere ve bunların sonucu olan verilere baktığımızda, önce ister istemez, “İşsizlik Türkiye’nin gündeminden ne zaman düştü ki…?” sorusu akla gelebilir. Türkiye’nin ekonomi temelli kronik rahatsızlıkları arasında, işsizlik neredeyse her zaman yerini korudu; ancak, bugünkü düzeylerine çıktığı pek de görülmedi, ya da en azından TÜİK verilerine pek yansımadı.

Elbette, bu düzeylere yükselmesinin arkasında, birçok firmanın ağırlaşan maliyetler nedeniyle üretimden kaçıp istihdamı azaltmaları ve birçoklarının da işletmelerinin kapılarını kapatıp, işini Mısır ve başka ülkelere taşımaları bulunuyor. Kısacası, özellikle 19 Mart ile başlayan operasyonların, kaynak çıkışlarına ve rezervlerin inanılmaz hızlarda erimesine neden olması ve bu gelişmelere karşı, üretim yerine yüksek faizin seçilmesi yatıyor.

Şöyle bir bakacak olursak; yüksek faizin öncelikle kredi maliyetlerini, birçok işletmenin kaldıramayacağı ölçülerde artırması öne çıkıyor. Faizler yükseldiğinde, şirketler için krediyle yatırım yapmak ya da işletme sermayesi sağlamak pahalı hale geldiği için, doğal olarak, yatırımlar ertelendi, genişleme planları askıya alındı; bu da istihdam yaratacak yeni işlerin oluşmamasına yol açtı.

Yüksek faiz yalnızca işletmelerin değil, hanehalkının da, konut, taşıt ve başka ihtiyaçları için aldıkları kredilerin maliyetlerini artırır. Dolayısıyla, tüketim düşer, şirketlerin satışları azalır. Şirketler küçülmeye, küçüldükçe de çalışanlarını işten çıkarmaya başlar, dolayısıyla kapının önüne konan işsizlerin sayısı giderek artar.

Böylesi dönemlerde, özellikle istihdamın önemli bir bölümünü sırtlayan küçük ve orta ölçekli işletmeler (KOBİ) için finansman maliyetleri oldukça kritik önemdedir. Faizler yükseldiğinde en çok onlar zorlanır, iflaslar ve işten çıkarmalarla işsizliği artırır; bu da, ister istemez işsizliğin tırmanışına hız kazandırır.

Böylesi, işsizliğin hızla arttığı dönemlerde doğal olarak talep daralır, dolayısıyla, üretim artırmak yerine yüksek faize sarılanlar için de yavaş yavaş enflasyon baskısı azalır. Bu durumda merkez bankaları çoğu zaman faizleri düşürerek ekonomiyi canlandırmaya çalışır.

Ancak, işsizlik azaldığında ve talep artışı başladığında; yine üretim artışı seçilmediği için, bu gelişme fiyatları yukarı çeker, enflasyonu azdırmaya başlar. Merkez bankaları da, yine yüksek faize sığınarak, talebi soğutup, fiyatları bastırmak ister.

Türkiye’de yüksek faiz dönemlerinde genel olarak yaşadığımız gibi, özellikle krediye bağımlı sektörler (inşaat, tekstil, otomotiv vb.) daralır, yatırımlar ertelenir, özellikle genç işsizliği yükselir. Faizlerin düşürüldüğü dönemlerde ise talep artar ama enflasyon patlaması nedeniyle alım gücü düşer, şirket maliyetleri yükselir ve yine işsizlik artar.

Kısacası, “yüksek faiz yatırımları ve tüketimi kısar, işsizliği artırır. Yüksek işsizlik, merkez bankalarını faiz düşürmeye iter. Doğru denge bulunamazsa, ya “yüksek faiz-kredi daralması işsizliği” ya da “yüksek enflasyon-maliyet kaynaklı işsizlik” yaşanır.

Bu mekanizma, Phillips Eğrisi mantığına dayanır: Kısa vadede işsizlik ile enflasyon/para politikası arasında ters ilişki vardır.

Ekonomi dünyasında ilk kez Amerikalı ekonomist Irving Fisher (1867 - 1947) tarafından ileri sürülen bir teori ile enflasyon-faiz oranları arasında ülkelerin ekonomik göstergelerini olumlu ya da olumsuz anlamda değiştirebilecek sürekli bir ilişkinin varlığı sorgulanmıştır. Kısaca, “Nominal faiz oranı eşittir reel faiz oranı artı enflasyon” diye tanımlanan bu teori, ekonomi bilimi içinde de kendi adıyla anılmış bir hipotez olarak yer aldı.

Nominal faiz oranlarının artışı, enflasyondaki bir artışla aynı oranda olduğu durumlarda, bunun yalnızca reel faiz oranlarını etkilemekle kalmayıp, diğer ekonomik göstergeler üzerinde de etkili olduğu görülüyor. Enflasyon ve nominal faiz oranları neden bu kadar birbirlerinden etkileniyor diye sorgulanırsa karşımıza farklı bir ilişki türü çıkıyor.

Irving Fisher, paranın büyüme hızı, enflasyon ve faiz oranlarıyla ilgili önemli bir saptama yapıyor; buna göre, ekonomideki paranın büyüme oranındaki belirli bir artış oranı, ilk önce nominal faiz oranlarının belirgin olarak düşmesine neden olmasına karşın, ilerleyen dönemde enflasyon oranı artarken, faiz oranlarının da yavaş yavaş yükseldiği görülüyor. Doğal olarak da, uzun dönemli bakış açısına göre, faiz oranları bir ekonomideki paranın miktarını büyüme oranı ve enflasyonla eşit oranda artabiliyor.

Sonuç olarak karşımıza Fisher denklemi çıkıyor: i ≡ r + π

Bir başka deyişle, “nominal faiz oranı eşittir reel faiz oranı artı enflasyon.

Fisher miktar kuramını açıklamak için değişim denklemi olarak bilinen denklemden yararlandı:

M.V + M’.V = P.T

Burada;

M: Dolaşımdaki para miktarını,

V: Paranın dolaşım hızını,

M’: Banka parasının miktarını,

V: Banka parasının dolanım hızını,

P: Fiyatlar genel düzeyini,

T: İşlem hacmini, belirtiyor.

Fisher denklemi, banka parası da para arzı (M) içinde gösterildiği zaman,

M.V = P.T şeklinde yazılabiliyor.

Fisher ve onu izleyen ekonomistlere göre değişim denklemindeki V ve T parametreleri belli bir dönem boyunca değişmez. V’nin sayısal değerini belirleyen halkın sosyo-psikolojik davranışları ve kurumsal yapıdır.

Bu nedenle olağanüstü durumlar dışında bu sayısal değerde önemli değişmeler beklenemez. Klasik kurama göre ekonomideki bütün kaynaklar tam kullanım hâlinde bulunduğundan belli bir dönem içinde (T) parametresi de değişmez.

Oysa denklemde yer alan M’nin (toplam para miktarı) miktarı ise değişebilir. Çünkü piyasaya sürülecek para miktarını Merkez Bankası belirler. İşte bu koşullar altında denklemde (M) tek egemen unsur olup, denklemin sol tarafının aktif ögesini oluşturuyor. Denklemin sağında bulunan tek değişken unsur (P), yani fiyatlar genel düzeyidir. Bu durumda, para miktarındaki artışlar doğrudan fiyatlar genel düzeyinin yükselmesine ve paranın değerinin düşmesine neden olacaktır.

Fisher’in bu düşüncesinin ekonomi literatüründe genel olarak benimsendiği gerçeğinden yola çıktığımızda; nominal faiz oranları ile enflasyon arasında mutlak dediğimiz kararlı ilişkiyi, ampirik olarak yakalamak bazen son derece güç oluyor. Araştırmacılar, Fisher hipotezi ilişkileri üzerinde oldukça çok çalıştı. Bu çalışmalarda, değişik zamanlarda yapılan ve kullanılan veriler sonucunda enflasyon ve faiz oranları arasında hassas bir ilişki görüldü.

Miktar teorisini benimseyen klasik ekonomistlere göre enflasyon olgusu para arzına bağlıdır. Fiyatlardaki değişiklikler, dolaşımdaki para miktarındaki değişikliklerden kaynaklanır. Yani para arzındaki artışlar, para talebini aştığında doğal olarak fiyat düzeylerinin de artmasına yol açar. Miktar teorisine göre, para arzı ve paranın dolanım hızının çarpım değeri nominal gayri safi yurtiçi hasılaya eşit olmaktadır. Paranın dolaşım hızı sabit kabul edildiği için para arzındaki bir değişimin, nominal gayri safi yurtiçi hasılayı etkilediğine inanılır. Kısa dönemde -bilinen anlayışa göre-, Reel GSYH değişmeyeceği için, fiyatlar da para arzındaki artış miktarı kadar yükselir.

Keynesçi iktisatçılara göre ise para arzındaki artış, her zaman fiyatlar genel düzeyini yükseltmiyor. Tam istihdam durumunda para arzı fiyatlar genel düzeyini doğrudan etkileyebiliyor. Piyasalarda kaynak kullanımının etkisiz olduğu durumlarda para arzının artış oranı fiyat artışına yol açmayacaktır. Ekonomi eğer etkisiz durum ile tam kapasite arasında bir yerlerdeyse, fiyat artış hızı, para arzı artışının altında kalacaktır.

Monetarist yaklaşıma göre, enflasyon olgusu daha çok parasal kaynaklıdır. Monetaristler paranın miktar teorisini yeniden yorumlayarak ekonomik anlamda yeni bir bakış açısı geliştirdiler. Monetaristlere göre uzun dönemde görülen parasal artışlar yalnızca enflasyonist etki yaratıyor. Ayrıca bu görüşe göre para ve maliye politikaları, kısa dönemli etkiler ortaya çıkarıyor. Friedman’ın sürekli gelir hipotezine dayanarak, ekonomideki tüm birimlerin tam bilgiye sahip olduklarına ilişkin bir çıkarım yapılabilir. Bu birimler para ve maliye politikaları karşısında pozisyon aldıkları için, tüketim düzeylerini gelecek dönemdeki gelirlerine göre ayarlıyorlar; bu da para ve maliye politikalarının etkinliğini oldukça zayıflatıyor.

Buradan da anlaşılacağı gibi, Philips eğrisi ile enflasyonu açıklayan yeni Keynesçi görüşe göre enflasyon olgusu, maliyet kaynaklıdır. Enflasyon (maliyet enflasyonu) ile işsizlik arasında ters bir ilişki olduğu düşünülmektedir. Enflasyonu düşürmek için, üretime ağırlık vermek yerine, yüksek faiz ile harekete geçen politika yapıcıların, yüksek oranda işsizliğe katlanmaları gerekir. Buna göre işsizliğin ciddi olarak düşürülebilmesi için düşük enflasyondan ödün verilmesi sonucuna ulaşılır.

Kısacası, eğer amaç enflasyonu düşürüp, kotrol edilebilir düzeylere çekebilmekse, üretimi destekleyici politikalara odaklanmaktan başka yol yoktur. Bu yolun en önemli desteği ise, onlarca yıl öncesine kadar Türkiye’de de yaygın olarak uygulanan kamu destekleridir; bir başka deyişle, özellikle 45 yıl önceki darbenin ardından kapatılan ya da satılan kritik sektörlerde faaliyet gösteren kamu işletmeleri ve daha da önemlisi, tarımsal üretim başta olmak üzere, üretimin büyük ölçüde bütçe kaynaklarıyla desteklenmesidir.

Ancak, günümüzde bütçe ağırlıklı olarak, itibardan tasarruf etmeme çabalarının yanında, büyük ölçüde faizlere harcanıyor. Bu yıl Ocak-Temmuz döneminde merkezi yönetim bütçe giderleri 7 trilyon 699,8 milyar lira, bütçe gelirleri ise 6 trilyon 695,5 milyar lira oldu. Böylece bütçe açığı 1 trilyon lirayı aştı. Söz konusu dönemde vergi gelirleri tahsilatı geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 49,6 artarak 5 trilyon 721 milyar 293 milyon liraya ulaştı. Vergi gelirlerinin bütçe tahminine göre gerçekleşme oranı yüzde 51,4 oldu. Hazine’nin kasasına günlük ortalama 26,9 milyar lira vergi girdi.

Ancak daha da önemlisi, üretimi destekleyecek payı bulunamayan bütçede faiz giderleri geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 87 artışla 1 trilyon 246 milyar liraya çıktı.

Kısacası, ekonominin kitabını yazanların da neredeyse bir asır önce, yeni yükselen küresel ekonomiyi yakından izleyip, araştırıp, büyük hesaplamalar yaparak ortaya koyduğu, “üretim şart, üretimi artırmak için de yüksek faizden kaç” ilkesini görmezden gelmek, önce işsizliği, ardından da ağır yoksulluğa ve bunun tetiklediği suçlara da göz yummaktır.

Özellikle krimonologlar ve sosyo-ekonomi uzmanlarının da uyardıkları gibi; “Suç oranlarındaki artışın temel nedenlerinden biri sosyoekonomik faktörlerdir. Yoksulluk, işsizlik ve eğitim eksikliği, suça önemli ölçüde katkıda bulunur. Bireyler istihdam kaynaklarından veya fırsatlarından yoksun olduklarında, hayatta kalma aracı olarak suça yönelebilirler.”

 

 

T-Soft E-Ticaret Sistemleriyle Hazırlanmıştır.