Osman Şenkul - Toparlanmada öne çıkan iki yol: IMF’ye git harcama sözü ver, AB’ye git uygulama sözü ver
Toparlanmada öne çıkan iki yol:
IMF’ye git harcama sözü ver, AB’ye git uygulama sözü ver
Osman Şenkul
Almanya Başbakanı Friedrich Merz, Ekim (2025) ayının sonunda Türkiye’yi ziyaretinde, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşmesinin ardından düzenlenen basın toplantısında, gazetecilerin bir sorusuna karşılık, "AB'ye giden yol, Kopenhag Kriterleri'nin yerine getirilmesinden geçer. Türkiye'de Avrupa perspektifinden gördüğümüz şekliyle hukuk devleti ve demokrasiyi henüz yeterince karşılamayan kararlar alındı. Buna ilişkin bir diyalog süreci var ve bu devam edecek" dedi ve ekledi:
"Ve biz Türkiye'nin şimdiden, ancak gelecekte daha da fazla olmak üzere önemli bir rol oynamasını istiyoruz. Ve böyle bir perspektif, Avrupa Komisyonu'nun da hazırladığı ilgili raporlarla bağlantılıdır. Bu yalnızca Alman federal hükümetinin bir değerlendirmesi değil, tüm AB'nin yapması gereken ortak bir değerlendirmedir. Bu diyaloğu da elbette birbirimizle sürdüreceğiz. Bu konuyu kapsamlı şekilde görüştük ve örneğin yargının bağımsızlığıyla ilgili bazı hususların bizim beklentilerimize uymadığını dile getirerek kaygılarımı da ifade ettim. Ancak bunlar aramızda yürüttüğümüz görüşmelerin konusudur."
Türkiye 1995 yılında AB ile yaygın olarak “Gümrük Birliği” olarak bilinen, 1/95 sayılı Ortaklık Konseyi Kararı (OKK) anlaşması imzaladı ve 12 Aralık 1999 tarihinde Avrupa Devlet ve Hükûmet Başkanları Konseyi’nin Helsinki zirvesinde tam üyelik için resmen aday olarak tanındı. Dolayısıyla, AB'nin Gümrük Birliği ile Türkiye'nin gümrük alanı arasında nev’i şahsına münhasır (sui generis) bir gümrük birliği oluştu. Ardından, 3 Ekim 2005 tarihinde Lüksemburg'da yapılan Hükümetlerarası Konferans ile Türkiye resmen AB'ye katılım müzakerelerine başladı. Yine aynı gün bir basın toplantısı düzenlenerek Türkiye için Müzakere Çerçeve Belgesi yayımlandı. Bu süreci Türkiye ile yaklaşık aynı zamanlarda yaşayan Bulgaristan ve Romanya 2007 yılında tam üye oldular; bu süreci daha sonra yaşayan Hırvatistan da 2013 yılında tam üye olarak AB’ye katıldı. Türkiye’nin katılım sürecine ilişkin öngörü yapmak bir yana, böyle bir süreci tüm ayrıntılarıyla analiz edip, bir doktora tezi çerçevesinde tasarlayıp bir sonuca ulaşmak dahi olanaksız görünüyor.
Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne katılım sürecini, Başbakan Bülent Ecevit'in liderliğindeki DSP-MHP-ANAP koalisyonu (1999-2002) başlattı; ancak, ardından gelen AKP hükümetlerinin, müzakereleri fiilen durduracak noktaya getiren yaklaşımları, Türkiye'yi aynı zamanda, AB kapısında en uzun süre bekleyen ülke konumuna taşıdı.
Herşeye karşın, Gümrük Birliği öncesindeki dönem olan 1995'te Türkiye AB arasında yaklaşık 30 milyar dolarlık ticaret hacmi 2023 yılı itibarıyla 7 kat yükseldi. Türkiye, AB ülkelerine 2022 yılında 103 milyar dolarlık ihracat yaparken 2023'te bu rakam 104,3 milyar dolara çıktı. Türkiye’nin 2024 yılında gerçekleştirdiği toplam ihracatının yüzde 41,8’i ile 109,52 milyar dolarlık ihracatı AB ülkelerine yapıldı. Bununla birlikte AB ülkelerine ek olarak diğer Avrupa ülkelerini de dikkate aldığımızda, Avrupa ülkelerine yüzde 56,1 ile 147 milyar dolarlık ihracat yapıldı; bu da Türkiye’nin ihracatının yarısından fazlasını Avrupa’ya gerçekleştirdiğini gösteriyor.
Kapısında beklerken dahi, AB’den oldukça yararlandığımız alanların başında elbette 1996 yılında katıldığımız Gümrük Birliği geliyor. Bu yararların bir bölümünü, Avrupa Birliği ve Küresel Araştırmalar Derneği (ABKAD) Kurucu Üyesi Dr. Can Baydarol, şöyle açıklıyor:
“Türkiye’nin otomotiv ihracatı 1995’e kadar yaklaşık 2.0 milyar dolardı. Bunun 1.8 milyar doları yan sanayi, sadece 200 milyon doları ana sanayinin ihracatıydı. Bugün geldiğimiz noktada 30 küsur milyar dolarları aşan bir otomotiv ihracatına vardık. Neden? Herkes stratejisini ve mantığını yeni koşullara göre uyarladı; ve Türkiye şu anda çok ciddi bir ihracat üssü haline dönüştü. Yani bunda Gümrük Birliği’nin mevcudiyetini yadsıyamayız. AB bütün sorunlara rağmen tek istikrarlı ihracat pazarı. Yaptığımız ihracatın önemli bir bölümünü de hâlâ kaçırmayı beceremediğimiz Türkiye deki AB’li yatırımcılar yapıyor.”
AB’nin kapısında çok uzun süredir bekliyor olsak da, başta ihracat olmak üzere, oldukça önemli destekler bize doğru akmaya devam ediyor. Bunların arasında, ağır maliyetlerinden sıkıldığımız mültecilerin yükünün önemli bölümünü de AB üstleniyor. Avrupa Komisyonu 29 Kasım 2015’te düzenlenen Türkiye-AB Zirvesinde, Türkiye’deki Suriyeli sığınmacılar için 3 milyar euro tutarında bir fon oluşturacağını taahhüt etti ve ardından 18 Mart 2016 tarihinde yapılan ikinci zirvede ise bu fonun tükenmesi durumunda ek 3 milyar euro daha ekledi. Sığınmacıların sağlık ve diğer önemli giderlerinin karşılanması için kullanılan bu kaynakların yanında, belirli koşulların yerine getirilmesi karşılığında Türk vatandaşları için vize muafiyeti, AB’ye üyelik ve Gümrük Birliği’nin genişletilmesi konusunda vaatlerde de bulunmuştu.
Tüm bunlar bir yana, Türkiye’deki manzara da, üzerinde AB tam üyeliği yapısının yükseleceği temelin atıldığı yıllardan bu yana, Türkiye’deki sosyal-ekonomik manzara da çok ağır şekilde bozuldu. Özellikle, gelir dağılımındaki giderek derinleşen eşitsizlik oldukça dikkat çekici. Bazı çalışmalarda Gini katsayısının yüksek olduğu ve gelir adaletsizliğinin ciddi bir sorun olarak öne çıktığı vurgulanıyor. Özellikle, enflasyonun hızlı yükselmesi, düşük ve sabit gelirlileri en fazla etkiliyor: temel harcamalar (gıda, kira, ulaşım) artarken, geliri enflasyonun altında kalan hanehalkları “yaşam mücadelesi” veriyor.
Yoksulluk riski, çalışan nüfusta da yaygın: sadece işsizler değil, çalışanların büyük kesimi de “yeterli gelire sahip olamama” riskiyle karşı karşıya kalabiliyor. Çalışanların yüzde 54’ü, açlık sınırının dahi altında kalan asgari ücret ya da onun da altında gelir elde edebiliyor. Asgari ücret ile onun yüzde 30 kadar üzerine kadar aralıkta maaş alanların oranı da yüzde 21’i buluyor. Dolayısıyla, çalışanların yüzde 75’i asgari ücret dolayında maaş alarak yaşamak zorunda kalıyor. Ayrıca, TÜİK'in hafta başında açıkladığı üçüncü çeyreğin işgücü istatistikleri verilerine göre, 15-34 yaş grubundaki her 100 gencin 29’u ne eğitimde ne istihdamda. Bir başka ifadeyle 15-34 yaş grubundaki nüfusun neredeyse üçte biri ne okuyor ne çalışıyor, yani boşta geziyor. Bir başka deyişle, yaşları 15-34 arasındaki nüfus üçüncü çeyrek itibarıyla 24,1 milyon ve bu nüfusun yüzde 28,9 oranındaki 6 milyon 954 bin ile yaklaşık 7 milyonu ne eğitimde ne istihdamda.
Durum böyle olunca da, bireysel borçlar (kredi kartı, ihtiyaç kredisi vs.) rekor seviyelere ulaşıyor. Örneğin 11 Temmuz 2025 itibarıyla kredi kartı ve tüketici kredilerinin toplamı yaklaşık 4,659 milyar TL (4.6 trilyon TL) civarında. Kredi borcu olan kişi sayısı çok yüksek: yaklaşık 42 milyon kişi bireysel kredi borcu taşıyor ve kişi başına ortalama borç 100 bin TL’yi geçmiş durumda. Borç ödeyemeyenlerin sayısı da artıyor: 2025 yılında kredi ya da kredi kartı borcunu ödeyemediği için yasal takibe düşen kişi sayısı 4.1 milyonu da aştı. Bu borçluluğun bir kısmı kısa vadeli ve yüksek faizli borçlardan (kredi kartı borçları) kaynaklanıyor; bu da finansal kırılganlığı artırıyor. Faiz yükü çok ağır: borçlanma maliyeti yüksek olduğu için vatandaşlar borçlarını kapatmakta zorlanıyor, borç sarmalı oluşuyor. Bu, hanehalkı kırılganlığını yükseltiyor. Sorunlar iç içe geçmiş durumda: yüksek enflasyon alım gücünü düşürüyor → hane halkı borçlanıyor → borç servis sıkıntısı artıyor; aynı zamanda işsizlik ve kayıt dışılık gelirleri baskılıyor — bu zincir kırılganlık ve sosyal riskleri büyütüyor.
Kısacası, konunun uzmanlarına göre bu dengeler sürdürülemez bir hâl alabilir: Borç stokunun artması, ekonomik bir kırılma durumunda hem bireyler hem bankacılık sistemi için risk oluşturur. Yapısal reform ihtiyacı çok büyük: sosyal koruma ağlarının güçlendirilmesi, gelir dağılımında adaletsizliğin azaltılması ve borçlanmanın daha sürdürülebilir hale getirilmesi gerekiyor. Politika yapıcılar için zorlu bir dengeleme sorunu var: hem makro istikrarı sağlamak hem de hanehalklarının yaşam koşullarını iyileştirmek. Öte yandan, üretimin çok düştüğüne ilişkin yakınmalar, sıradan sokak röportajlarının dahi ana konuları arasına girdi. Yılın son ayına girerken, en çok öne çıkan konulardan biri de, yeni yılın başında asgari ücretin, emekli maaşlarının hangi oranlarda yükseltilebileceği, beklentilerin ne olduğu yolundaki öngörüler, talepler ve kamu tarafından gelen ipuçları oluyor.
Ayrıca, farklı sektörlerden gelen haberler, işlerin düzelip yoluna gireceğine ilişkin de hiç ipucu vermiyor maalesef. Herşeyden önce, Türkiye’nin tekstil ve hazır giyim sektörü 2025’te küçülmeye devam ediyor. Sektörden gelen verilere göre yalnızca geçtiğimiz Ocak ve Ağustos ayları arasında 2 bin 781 işyeri kapandı, 58 bin 918 kişi işini kaybetti. Yüksek maliyetler, döviz dalgalanmaları ve pamukta dışa bağımlılık gibi etkenler tekstil sektörünü zorluyor ve TIR'lara yüklenen onlarca fabrika Mısır'a taşınıyor. Bu arada, Japon otomotiv şirketi Mazda'nın süresiz şekilde faaliyetlerini durdurduğu belirtildi. Markanın 2023 yılının ilk 10 ayında bin otomobili bulmayan bir satış grafiği gösterdiği ve satışlarda yaşanan düşüklük sebebiyle faaliyetlerin durdurulduğu belirtildi. İngiliz Petrol devi BP, 770 lisans hakkını Petrol Ofisi'ne devredip Türkiye pazarından çıktı. Türkiye yatırımından 2020'de vazgeçtiğini duyuran Alman otomotiv üreticisi Volkswagen, Manisa'da planladığı yatırımı Slovakya'ya yapacağını açıkladı. LG / Uzakdoğu'nun elektrik devi Türkiye'de yatırım yapacaktı, vazgeçtiler. Türkiye'de 1997 yılından itibaren üretim yapan Honda Gebze'de bulunan ve Türkiye'de de fazlasıyla popüler olan Civic modelini ürettiği fabrikasında 2021 yılı Eylül ayında üretimi durduracağını açıklayan Honda, fabrikayı resmen kapattı.
Türkiye’nin kapısını çalabileceği bir başka kapı da, Washington 19. Cadde’de bulunuyor. Bu kapının arkasındaki kurum, Uluslararası Para Fonu (IMF) ile en son borç ilişkimiz, en azından yapılan açıklamalara göre, 14 Mayıs 2013 tarihinde, dönemin Başbakan Yardımcısı Ali Babacan'ın katılımıyla TCMB Ankara Şubesi'nde yapılan ödemeyle gerçekleştirildi. İhtiyaç olmasına karşın, IMF’nin kapısına gitmenin pek de kolay olmayacağı açıktır; çünkü, IMF kredisi için yapılacak bir Stand-by anlaşması, belli bir ekonomi ve politika programına bağlı olarak, ödeme ve geri ödemeleri belli bir takvim dâhilinde yapılmak üzere talep edilen fon sağlama anlaşmalarıdır. Bir başka deyişle, kredi alma aşamasında yapılacak anlaşmaya bağlı IMF programı, her ülke için farklı politik önlemler paketi şeklinde olabiliyor; ancak, asıl önemlisi, kredi sürecinde, somut göstergelerle bu programa uyumlu bir politika yürütüldüğünün de IMF yönetimine inandırıcı bir şekilde gösterilmesi gerekiyor.
Dolayısıyla, çeşitli nedenlerle ABD’ye yolculuk eden birçok üst düzey yöneticimiz, uzun zamandır IMF’nin Washington 19. Cadde’deki kapısını çalmadı; kapıyı çalan olduysa da en azından bizlerin duyacağı şekilde bir tören-toplantı yapılmadı. Oysa IMF, anlaşma yaptığı ülkelere dünyanın en düşük maliyetli borcunu veriyor; ama bizim hükümetin eli bir türlü Washington 19. Cadde’deki kapıyı çalmaya uzanamıyor. Haydi, diyelim ki, orası uzak; onca arabayı uçaklara yükle, o kadar uzun yolu uç; yere indikten sonra koskoca konvoyu uçaklardan indir, havalimanı önünde sıraya sok, sonra da Amerikan polisinin eskortunu bekle vs. bir sürü zaman harcamak gerekecek.
O zaman, Çankaya Uğur Mumcu Caddesi No:88’deki Avrupa Birliği Türkiye Delegasyonu’na bir zahmet işin ehli birini yollayıp, görüşmek de mümkün. Ama, o zaman önüne koyulacak dosyaların en tepesine; 2002 yılının Ocak ayında IMF’nin bastırmasıyla, dönemin hükümeti tarafından yasalaştırılan, ancak yeni hükümetin kurulduğu aynı yılın Kasım ayından bu yana (2021 itibarıyla) 191 kez değiştirilen Kamu İhale Yasası’nın, orijinal haliyle yeniden koyulacağını da çok iyi biliyor. O zaman, onca beş şeritli köprü, beş gidiş / beş gelişli otoyol, güney otoban, kuzey tünel, beşli duble yol, beşli otoban, beş pistli havalimanı, beş kıtayı birbirine bağlayan cüzdan, beş kubbeli saray gibi büyük zenginliklere nasıl kavuşurduk?
Ancak, Kamu İhale Yasası, uzun bekleyişten sonra Bülent Ecevit hükümeti döneminde tam üyelik adaylığına kabul edildikten sonra başlayan Avrupa Birliği (AB) uyum yasaları, düzenlemeler ve buna ilişkin uygulamaların analiz edildiği “ilerleme raporları”nda pek çok kez konu edildi. Örneğin, 6 Ekim 2004 tarihli, “Türkiye’nin Katılım Yönünde İlerlemesi Hakkında 2004 Yılı Düzenli Raporu”nda, şöyle denildi:
“Gümrük Birliği’nin genişletilmesi ve derinleştirilmesine ilişkin eylem planı üzerinde anlaşmaya varılamamıştır. Hizmetler ve kamu ihaleleri konusunda uzlaşma amacıyla yapılan görüşmeler yavaş da olsa 2003 ve 2004’de de devam etmiştir. Türkiye’nin kamu ihalelerini uyumlaştırmadaki başarısızlığı bu görüşmeler için önemli bir engel oluşturmaktadır. Rekabet kurallarının uygulanmasına ilişkin Ortaklık Konseyi Kararı Türkiye Devlet Yardımları İzleme Kurulu oluşturulmadığı için imzalanamamıştır.”
Ardından, 9 Kasım 2005 tarihli “Türkiye 2005 İlerleme Raporu”ndaki, “Kamu ihaleleriyle ilgili müktesebat şeffaflık, eşit muamele, serbest rekabet ve ayrımcılık yapılmamasına ilişkin genel ilkeleri” kapsayan ilgili bölümde şöyle denildi:
“Son İlerleme Raporu’ndan bu yana, Türk mevzuatının kamu ihaleleriyle ilgili müktesebata uyumlaştırılmasında yeni bir gelişme kaydedilmemiştir. Aksine, bazı yasal adımlar uyum düzeyini dahi azaltmıştır. Kayda değer bir ilerleme meydana gelmemiştir. Aksine, Kamu İhale Kanunu’nda bir dizi istisna mevcuttur ve ihale kanununa yapılan ilavelerle Türk ihale mevzuatı müktesebattan daha da uzaklaşmıştır. Türkiye müktesebatla çelişen yeni istisnalar kabul etmekten kaçınmalıdır. Şeffaf olmayan ve ayrımcı kamu ihale uygulamalarına son verilmesi ve Kamu İhale Kanunu’nun müktesebata uyumlaştırılması için harekete geçilmesi gerekmektedir.”
Yakın zamanda yitirdiğimiz gazeteci Metin Münir de, 2008’deki bir yazısında şöyle diyor:
“Değişikliklerden 14’ü doğrudan Kamu İhale Yasası üzerinde yapıldı. Üçü Kamu İhale Sözleşmeleri Kanunu’na monte edildi. Diğerleri Kamu İhale Yasası’na başka yasalarla getirilen istisnalardır. Örneğin, Petrol Piyasası Kanunu ile petrol ve doğal gazla ilgili projelerin Kamu İhale Yasası’na uyma zorunluğu ortadan kaldırıldı. Boru hattı, rafineri, vs… projelerin ihale yapılmadan iktidara yakın şirketlere verilmesinin yolu açıldı.”
Kısacası, kamu ihale düzenlemelerine ilişkin gelişmeler, AB’nin her yıl yayınladığı Türkiye raporlarında yer alıyor; tıpkı, 12 Ekim 2022 tarihli son raporda olduğu gibi:
“Türkiye’de hâlâ kapsayıcı bir kamu mali yönetimi reform programı mevcut değildir. Yıllık bütçe, orta vadeli bütçenin bir parçası olarak hazırlanmaktadır. Kamu ihale mevzuatı, AB müktesebatı ile uyumlu değildir. Kamu İhale Kanunu’na eklenen çok sayıda muafiyet, kamu harcamalarında şeffaflığı ve hesap verebilirliği sekteye uğratmaktadır (bkz. Fasıl 5). Harcama sonrası yeterli izleme mevcut olmadığından, önemli kamu yatırım programları şeffaflıktan yoksundur.”
Kamu İhale Kanunu’nda yapılan değişikliklere, AB’nin yanı sıra iş dünyasının önde gelen işveren örgütleri de zaman zaman seslerini yükseltti. Örneğin, İstanbul Sanayi Odası (İSO), Türk Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği (TÜSİAD) ve Uluslararası Yatırımcılar Derneği (YASED) 30 Temmuz 2003 tarihinde yaptıkları ortak açıklama ile AKP iktidarının ilk yılı içinde, 15 Temmuz 2003 tarihinde TBMM Başkanlığı’na sunulan “Kamu İhale Kanunu ve Kamu İhale Sözleşmeleri Kanunu”nda değişiklikler öngören, “Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Tasarısı”na itiraz ettiler.
İSO, TÜSİAD ve YASED’in ortak açıklamasında, şöyle denildi:
“Kanun’un ihalelere katılma yeterliliğini düzenleyen maddesi değiştirilmesi öngörülmektedir. Buna göre, Kanunda sözleşme bedelinin yüzde 70’i oranında benzer işleri gerçekleştirme, denetleme veya yönetme şartı aranırken, Tasarı ile yüzde 70 oranında gerçekleştirme veya yüzde 50 oranında ise denetleme veya yönetme şartı getirilmektedir. Kamu İhale Kanunu, isteklilerde aranacak mesleki nitelikler konusunda titiz davranmış, daha önce aynı konuda ‘fiilen iş yapmış olmayı’ ağırlıklı bir unsur olarak değerlendirmiştir. Tasarı’da öngörülen değişiklikle işi bizzat yapanla denetleyen aynı biçimde değerlendirilmektedir. Bu yaklaşım, 2886 sayılı Kanun döneminde yaşanan, gerçekte hiçbir deneyimi olmayanların iş yapmasına sebep olan ‘müteahhitlik karnesi’ uygulamasının ülkemizde sebep olduğu olumsuz sonuçlardan kaynaklanmıştır. Kanunun isteklilerde aranacak deneyim belgelerine ilişkin hükümleri yerindedir ve herhangi bir değişikliğe gidilmemelidir.”
Avrupa Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Olli Rehn de, o dönemde Türkiye kamuoyunun en çok tanıdığı isimler arasındaydı. Türkiye’ye her gelişi öncelikli haberler arasında olurdu. Bu ziyaretlerinden birinde (2005) kendisine, “Sayın Rehn, AB mevzuatına ilişkin bu kadar çok düzenlemenin yapılmasına karşın, Türkiye’nin bir türlü tam üyeliğe yakınlaştırılmaması kamuoyunda tepkiye neden oluyor. Ne dersiniz?” diye sorduğumuzda, hece hece söylerek verdiği tek kelimelik yanıtı şu oldu:
“Imp-le-men-ta-tion (Uy-gu-la-ma)…”
Kısacası şunu demek istedi:
“Bizim için, Türkiye’nin AB’ye tam üye olarak katılmasında önemli olan, AB’nin kağıtlara, dosyalara, mevzuata değil, yaşamın içine yerleşmesidir…”
En azından bu aşamada, hükümetin AB’yi çoktan gündemin gerilerine doğru ötelediğini söylemek mümkün. Bir başka deyişle, uzun zamandır olduğu gibi, bugünlerde de hükümetin önünde çözmesi gereken birçok “uy-gu-la-ma” duruyor: Ekonomi/hayat pahalılığı, işsizlik, eğitim, adalet, sağlık…
Bir başka deyişle, Türkiye’nin özellikle ekonomi temelli sorunları çözmesi gerekiyor; ancak, eğitim ve adaleti elden bırakmadan. Yıllarca önce verilen AB üyeliğini hedefleyen karardan sapmanın maliyetini aşağı-yukarı görebiliyoruz. Dolayısıyla, refaha açılan kapının, önceden olduğu gibi, şimdi de AB’den geçtiğini kabul edip, hızlıca “uy-gu-la-ma-lara” başlamamız gerektiği de ortada.
Buradan hareketle, Türkiye’nin içinde bulunduğu yoksullaşma ortamından çıkış için seçilebilecek iki yol olduğunu görebiliyoruz:
Washington’da IMF’nin kapısını çalıp, “Tamam, sizin vereceğiniz parayı nereye harcayacağımızı programlayacağız ve bu programa uyacağız” sözünü vereceğiz.
Ya da,
Ankara’da Avrupa Birliği Türkiye Delegasyonu’nun kapısını çalıp, “Tamam, sizin önerdiğiniz tüm yasal düzenlemeleri yapıp, her birini gerektiği gibi uygulayacağız” sözünü vereceğiz.
