Osman Şenkul - TCMB 27 yüzyıl önce diktatörlüğün önünü açan yüksek faizde ısrarını sürdürdü

TCMB 27 yüzyıl önce diktatörlüğün önünü açan
yüksek faizde ısrarını sürdürdü
Osman Şenkul
Tarihin ilk “devlet garantili standart paraları” Batı Anadolu’nun kent devletlerinin en gelişmişlerinden biri olan Lidya’da tedavüle çıkarıldı. Yeni paralar çok kısa sürede Ege’nin iki yakası ve Anadolu’nun içlerine kadar, geniş bir bölgede, tüm ticaret yaşamına girdi. Eski sistemin kullandığı paralar bir yana bırakıldı. Para aynı zamanda büyük bir ticaret özgürlüğü getirmişti.
Bu ticaret özgürlüğü tüccar sınıfının hızla zenginleşmesine yardım ederken, aristokratların, köylülerin ve o dönemin imalathanelerini işleten zanaatkarların ekonomik çöküntüsüne yol açtı. Ürünler, sınaî mallar üreticiden çıktıktan sonra tüccarın elinde büyük değer kazanıyor ve tüketicilere büyük paralar karşılığında aktarılıyordu.
Bu “sonradan görme” tacirler, aristokratları iyice tedirgin etmişti. Tacirlerin parasal gücüyle boy ölçüşmeyi amaçlayan aristokratlar ilk çareyi köylüleri “daha çok sömürmekte” buldular. Vergileri, toprak rantlarını artırdılar. Köylüler iyice yoksullaştı. Aristokratlar “geçici” bir refah dönemi yaşadılar; ancak silahları çok çabuk geri tepti. Çünkü eskisinden daha çok yoksullaşan köylüler, aristokratlara ateş püskürüyorlardı.
Bu gelişmeler, mal spekülasyonuna dayanan tefeciliğin de yollarını açtı. Önceleri düşük faizlerle el değiştiren paralar giderek pahalı duruma geldi. Milattan önce 7. Yüzyıl’ın sonlarında faizler, belki de tarihte ilk kez yüzde 50’ye fırladı. Faizlerin bu denli yükseğe çıkmasıyla, ticarete heveslenip de borçlanmış olan birçok köylü topraksız kalırken, aristokratlar da giderek siyasal güçlerini yitirmeye başladılar.
Borçlarını ödeyemeyen yüzlerce köylü, zanaatkar köleleştirilirken, aristokratlar da ekonomik bunalım karşısında “politik güçlerini” satmaya başladılar. Aristokratlar, sınıfları kaynaklı politik güçlerini ya doğrudan bir tacire satıyorlar ya da zengin bir akraba edinebilmek için kızlarını zengin tacirlerle evlendiriyorlardı. Haklarında masallar anlatılan Lidya Kralı (MÖ 716 - 678) Gyges ve Frigya Kralı Midas da (MÖ 738 - 696) o dönemin büyük parasal güce sahip olan birer “tacir prensleriydiler ve parasal güçleriyle tiranlık kazandılar.
Güneşin doğduğu yerde, Anatolia’da (Anadolu) bunlar yaşanırken, Ege’nin öte yakasında, Attika da benzer gelişmelere sahne oluyordu; aristokrasi ve köylülüğün çöküşü hızlanırken, tacirler politik güç de içinde olmak üzere tüm erki ellerine alıyorlardı. Attika’da tacirler dışındaki tüm sınıfları kasıp kavuran ekonomik bunalım Milattan Önce 6. Yüzyıl’ın başlarında başladı. Köylüler ürettiklerinin ancak beşte birini kendilerine saklayabilirken, en alt tabakaya düşen miktar altıda biri bile bulmuyordu.
Faizler Attika’da da yüzde 50’ye fırlamıştı. Tefecilerin ağına düşmüş olan köylüler çocuklarını satıyorlar daha sonra da kendilerini satarak köleleşiyor ya da dilencilik yapıyorlardı. Birçok yoksul Attikalı, daha kısa bir süre önce kendi mülkiyetinde olan topraklarda kölelik yapmaktansa, denizaşırı ülkelere giderek oralarda köle olmayı yeğliyordu. Köylülük başkaldırının sınırına gelmişti.
Köylüleri, imalathanelerdeki zanaatkarları patlama noktasına getiren bu ekonomik bunalım farkında olmadan tarihin de ilk sınıfsal uzlaşmasını gündeme getirmişti. Tacirler, aristokratlara, kendi aralarında kavga etmektense, orada burada baş gösteren köylü ve zanaatkar ayaklanmalarına karşı birlikte hareket etme çağrısı yaptılar. Aristokratlar da, köylülerin başkaldırmasından, kendilerinin de en az tüccar sınıfı kadar etkileneceklerini gördükleri için, onlarla ittifak kurmanın, onlarla savaşmaktan daha mantıklı olduğunu kabul ettiler.
İki sınıfın üyeleri yaptıkları yoğun görüşmeler sonunda “tam bir sınıf karışımı” olan Solon’u (MÖ 640 - 559) diktatör ilan etmeyi kararlaştırdılar. Kökeni aristokrat olan Solon, aynı zamanda da ticaretle uğraşıyordu. Yani kişiliğinde, ittifak yapan her iki sınıfın da özelliklerini taşıyan Solon, Milattan Önce 593 yılında olası bir ayaklanmayı önlemek üzere diktatör ilan edilmiş oldu. Solon da, belki tarihin ilk “resmi” diktatörüydü. Aristokrat ve tacirlerin diktatörü Solon’un görevi, yaklaşan ayaklanmayı “önceden önlemek” olduğu için, aldığı kararlar da, ayaklanmanın nedenlerini ortadan kaldırma amaçlıydı.
Bu amaçla Solon, ilk önce köylülerin üzerindeki yükü hafifletmek için vergi ve diğer birikmiş borçları sildi. Borç karşılığı köleliği yasakladı. Ancak, müttefik her iki sınıfın da gelir kaynaklarına dokunmamak için ne aristokrasinin köylüden aldığı ürünün altıda beşlik payını azalttı, ne de yüzde 50 düzeyindeki faizleri düşürmek için bir sınırlama getirdi.
Üzerinde yaşadığımız bu topraklarda, günümüzden yaklaşık 27 yüzyıl önce yaşanan ve tarihe geçen tüm bu gelişmeler, söz konusu yüzyıllar boyunca defalarca yinelendi; kimi zaman büyük yıkımlara, kimi zaman da uygarlığın evrilmesinin yolunu açan gelişmelerin beşiği oldu.
Aynı dönemlerde, Anadolu’nun her yerinde, Mısır’da, Kabil'de, Sparta’da benzer öyküler yaşanıyordu; özellikle tacirler, alış-veriş sırasında yanlarına ayrı ayrı renklerde mendiller alırlar, yaptıkları her birim satış için de, sattıkları mal için belirledikleri renkteki mendile bir düğüm atarlardı. Şarabın mendili kırmızı, satış birimi de 19.44 litre hacimli bir amforaydı. Sarı renkli mendilin temsil ettiği buğdayın satış birimi de 36.39 kilo gelen “talanton”du; o dönemlerde 15-20 tür mal satan tacirler için stok kontrol, muhasebe, sipariş ve diğer alım-satım işlerinin tek tutanağı bu mendillerdi. Binlerce malın stok, fiyat gibi kontrollerinin yapılmasında uluslararası borsalarda alım-satım emirlerinin, pozisyonların izlenmesinde kullanılan bugünkü bilgisayar sistemlerinin atası sayılabilecek bu rengârenk mendiller “alışveriş sisteminin” aynı zamanda ilk disiplinleriydiler.
Ancak, daha da önemlisi, o dönemlerdeki gibi, 27 yüzyıldır, ne zaman faizlerde, o zaman ulaştığı yüzde 50’ler ve daha üstündeki düzeylere tırmanış yaşansa, başta emeğiyle geçinen zanaatkarlar, çiftçiler ve günümüz işçileri olmak üzere, toplumun geniş kesimleri, rant heyelanlarının altında ezilirken, faizin yarattığı ranta yaslananlar da gününü gün ettiler.
Türkiye’de bugünlerde yaşananlar da, bu uzun yolculuğun tipik bir uzantısını yansıtıyor: Toplumun çok büyük kesimi, yüzde 50’de direnen faize karşın, resmen (TÜİK) dahi yüzde 40’a yaklaşan ve reel olarak yüzde 70’leri aşan enflasyonun ağır yükünün altında eziliyor.
Tüm bu gelişmelere karşın, enflasyonu düşürmek için, üretimi desteklemek yerine, faizi artırarak, talebi kısmaya odaklanan Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) Para Politikası Kurulu (PPK) politika faizini yüzde 46 seviyesinde, gecelik borçlanma faizini de yüzde 49'da sabit tuttu.
Kısacası, TCMB/PPK, 27 yüzyıl önce tüm toplumsal sistemi altüst edip, “resmi diktatörlüğün” kapısını aralayan yüzde 50 faizde ısrarını 19 Haziran günü de korudu ve böylece, arzı artıracak üretimin önünü açması için gereken yatırımların destekçisi “düşük ya da sıfır faiz” beklentilerini en az 1,5 ay daha (24 Temmuz) ertelemiş oldu. Tesadüf bu ya, İsviçre Merkez Bankası (SNB) tam da aynı gün (19 Haziran) faiz oranlarını 25 baz puan (yüzde 0,25) daha indirerek "yüzde 0" düzeyine düşürdü.
TCMB faiz kararı açıklamasında, "İkinci çeyreğe ait veriler yurt içi talebin yavaşladığını göstermektedir" denilerek, elbette, enflasyon ile mücadelede, üretimi artırmak (arz) değil de "talebi kısmak" odaklı hareket ettiğini, her zaman olduğu gibi, son kararında da ortaya koydu.
Tamam; “fiyatı arz/talep dengesi belirler” diyebiliriz; ancak, talebi bastırmak uğruna, karnı acıkan insanların, “Aman enflasyon yükselmesin; o nedenle, bugün de bir şey yemiyeyim” demelerini istemenin, sağlıklı bir durum ve yaklaşım olduğunu savunamayız; bunun yerine, insanların, “Ne kadar iyi, bolluk var, karnımı iyice doyurayım” demelerini sağlayacak, arzı artırmanın yolunu açmak gerektiğini, hiç yorulmadan yinelemek gerekiyor.
Ayrıca, arzı arttıracak üretimi desteklerken, ithalatın da baskı altında kalması gerektiğini de unutmamak gerekiyor; oysa, Türkiye’de uzun yıllardır, bunun tam tersi yapılıyor, bu nedenle de Türkiye’nin dış ticareti fazla vermek bir yana, giderek büyüyen açıklar vermeye devam ediyor. Bu nedenle de, Türkiye’nin dış ticaret açıkları, yani ithalatın ihracattan fazla olması sonucu oluşan cari açıklar, genellikle dış kaynaklı borçlanmalar veya sermaye girişleri ile finanse ediliyor. Biraz da bu nedenle TCMB faizi yüksek tutarak, dövizde yükselişi frenlemeye çalışıyor.
Oysa, tıpkı talebi bastırmak yerine arzı artırmak gerektiği gibi, dış ticaret açığını kapatmanın yolu da, üretimi artırmaktan geçiyor. Bildiğimiz gibi, cari açık, bir ülkenin yurt dışından mal ve hizmet alımının, satışından (ihracattan) fazla olduğunu gösterir. Bu açık, döviz ihtiyacı doğurur. Türkiye bu döviz ihtiyacını kapatmak için genellikle sermaye hareketlerine, yani dış borçlanmalara, doğrudan yatırımlara ve portföy yatırımlarına başvurur. Bu amaçla, kamu ve özel sektör eliyle yurt dışından borç alarak dış ticaret açığını dolaylı yoldan finanse edilir.
Ancak, bu konuda asıl önemli olan girişler, “doğrudan yabancı yatırımlar” yoluyla sağlanır. Bu yatırımlar, yabancı sermayenin Türkiye’ye fabrika kurması, gayrimenkul alması veya ortaklık yapması şeklinde olur. Bu sermaye girişleri döviz girdisi sağlar ve cari açığın finansmanına yardımcı olur. Bunun yanında, “portföy yatırımları”ndan söz edenler de olabilir; ancak, yabancıların Türkiye’deki hisse senetleri, devlet tahvilleri gibi finansal varlıklara yatırım yapması” olarak tanımlanan bu tür girişler, daha kısa vadeli ve spekülatiftir ve dolayısıyla, siyasi ve ekonomik istikrarsızlıklarda hızla çıkış yapabilirler. Bu nedenle, portföy yatırımlarına yaslanmak doğru olmayabilir.
Eğer, dış kaynaklardan, yeterli miktarda yatırım odaklı döviz gelmezse, son dönemde Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in üzerinde çokça durduğu ve bu amaçla zaman zaman görüşmeler yapmak üzere dış gezilere çıktığı, TCMB’nin döviz rezervlerini artırılabilmesi için borçlanmak gerekir; ancak bu yöntem sınırlıdır ve rezervlerin sürdürülebilirliği açısından risklidir.
Ayrıca, son yıllarda döviz ihtiyacını karşılamak için, aralarında Çin, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri’nin de bulunduğu bazı ülkelerle yapılan swap (para takası) anlaşmalarıyla Merkez Bankası rezervleri geçici olarak da olsa, destekleniyor.
Türkiye’nin dış ticaret açıkları, esasen sermaye hesabı üzerinden gelen yabancı kaynaklarla finanse ediliyor. Bu kaynaklar arasında dış borçlanma, doğrudan yatırımlar, portföy yatırımları ve Merkez Bankası rezervleri öne çıkıyor. Ancak bu finansman yolları bazen sürdürülebilirlik açısından kırılgan olabiliyor. Bu yüzden Türkiye, uzun vadede ihracatı artırıcı ve ithalata bağımlılığı azaltıcı politikaları ön planda tutmak zorunda.
Her şey bir yana, Türkiye’nin ihracatının ithalatını karşılayamamasının, yani dış ticaret açığının kronik bir sorun haline gelmesinin temel nedenlerinden en önemlisi, ağırlıklı bir şekilde ithalata dayalı üretim yapısıdır. Hemen herkesin bildiği gibi, Türkiye’nin sanayi üretimi büyük oranda ithal ara malı ve hammaddeye dayalıdır. Yani ihracat yapabilmek için bile önce ithalat yapılması gerekiyor; bunların en çok bilinenleri de otomotiv, beyaz eşya veya tekstil gibi ihracat kalemlerinin en önemli sektörleridir; bir başka deyişle, en önemli ihracat ürünlerinin dahi temelini, ithalat ile elde edilen ve çoğu da yüksek teknoloji ürünü olan elemanlar oluşturuyor.
Türkiye aynı zamanda, enerjide dışa bağımlı bir ülkedir. Petrol, doğalgaz ve kömür gibi enerji kaynaklarının büyük bölümü ithal edilir. Enerji ithalatı, toplam ithalat içinde büyük bir paya sahiptir ve cari açığın temel sebeplerindendir.
Türkiye’nin ihracatı, tekstil, gıda, otomotiv montajı gibi, genellikle düşük veya orta teknolojili ürünlerden oluşuyor. Buna karşın, ithalatında ise, elektronik, ilaç, makine gibi, yüksek teknoloji ürünleri büyük yer tutuyor; böyle olunca da, dış ticaret sürekli açık veriyor. Bu nedenle de, Türkiye Avrupa Birliği, Orta Doğu gibi pazarlarda güçlü olsa da, marka değeri ve yüksek teknolojideki rekabet gücü sınırlı kalıyor; çünkü, Çin, Güney Kore, Almanya gibi ülkelerle kıyaslandığında ihracat rekabetinde zayıf kalıyor.
Tüm bunların temelindeki bir başka önemli etken de, Türkiye’nin yenilikçilik ve Ar-Ge harcamalarının oldukça düşük düzeylerde olmasıdır; bu da katma değeri yüksek ürün geliştirmeyi zorlaştırıyor. Teknolojik dönüşüm ve dijitalleşme alanlarında yeterince hızlı ilerlenememesi, ihracatın kalitesini sınırlıyor.
Ayrıca, Türkiye’nin dış ticaret açığının bu denli büyük olmasındaki en önemli etkenlerden biri de, ihracatında yüksek teknoloji ürünleri payının oldukça düşük düzeylerde kalmasıdır. TÜİK ve Dünya Bankası verilerine göre, Türkiye’nin toplam mal ihracatında yüksek teknoloji ürünlerinin payı yüzde 3–4 dolayındadır. Oysa, bu oran, Güney Kore’de yüzde 25–30, Çin’de yüzde 25’in üzerinde, Almanya’da ise yüzde 15 dolayındadır.
Bu nedenle, Türkiye’de öncelik, ihracatta yüksek teknoloji ürünleri payını artırmaya verilmelidir. Uzmanlara göre, Türkiye’de bu oran orta vadede (5-10 yıl) yüzde 10–15 düzeyine ve uzun vadede de (10-20 yıl) yüzde 20 ve üzeri düzeylere yükseltilebilir.
Ama, elbette bu oranlara ulaşmak için Türkiye’nin halen yüzde 1,3 olan Ar-Ge harcamalarını kısa sürede yüzde 3,0 düzeyine yükseltmesi, ancak bunun için de eğitim ve iş gücü niteliğini yükseltmesi, teknoloji şirketlerini desteklemesi ve aynı zamanda yerli üretim ekosistemini geliştirmesi gerekir.
Bu konuda ilerleyebilmek için de, özellikle fen, teknoloji, mühendislik ve matematik eğitimine daha fazla yatırım yapılması gerektiği ortadadır. Bu çerçevede, kodlama, yapay zeka, veri bilimi gibi alanlar erken yaşta öğretilmeli, meslek liseleri ve teknik üniversitelerle sanayi arasında uygulamalı işbirlikleri kurulmalı ve elbette, yurt dışına beyin göçü azaltılmalı, tersine beyin göçü teşvik edilmelidir.