Osman Şenkul - Tarım ve sanayideki daralma enflasyonu hızlandırabilir; çözüm kapsamlı destekte
Tarım ve sanayideki daralma enflasyonu hızlandırabilir; çözüm kapsamlı destekte
Osman Şenkul
Türkiye imalat sektörünün faaliyet koşullarındaki bozulma eğilimi 2025 üçüncü çeyreğinin sonu itibarıyla devam etti. Yeni siparişler ve üretimde süren yavaşlamanın etkisiyle firmalar yeni istihdam ve satın alımlara temkinli yaklaştı. Enflasyonist baskılar güçlenmekle birlikte tarihsel ortalamalara göre ılımlı seyretti. İmalat sanayi sektörünün kaydettiği performansı sergilemek amacıyla tasarlanmış tek rakamlı, bileşik performans göstergesi olan İstanbul Sanayi Odası Türkiye İmalat Satın Alma Yöneticileri Endeksi’nde (PMI) manşet gösterge; yeni siparişler, üretim, istihdam, tedarikçilerin teslim süresi ve girdi stokları göstergelerinden elde ediliyor. 50,0 değerinin üzerinde ölçülen tüm rakamlar, sektörde genel anlamda iyileşmeye işaret ediyor.
Eylül’de 46,7 olan manşet PMI Ekim’de hafif bir düşüşle 46,5’e gerileyerek son üç ayın en düşük değerini aldı. Böylelikle endeks, imalat sanayi sektörünün faaliyet koşullarında bozulmanın devam ettiği yönünde sinyal verdi. Üretimde yavaşlama eğilimi 19’uncu aya ulaştı ve düşüş Eylül ayına kıyasla daha yüksek oranda gerçekleşti. Anket katılımcılarının geribildirimleri, müşteri talebinde zayıflamaya ve buna bağlı olarak da yeni siparişlerde
yavaşlamaya işaret etti. Nitekim, yeni siparişlerdeki gerileme nispeten hafiflemekle beraber Ekim ayında da sürdü. Zayıflama iç talepte olduğu gibi ihracat pazarlarında da gözlendi ve böylece yurt dışından alınan yeni siparişler de Ekim’de yavaşlama sergiledi.
Yeni siparişlerin azalmasıyla birlikte, imalatçılar ayrılan personelin yerine işe alım yapma ve ek girdi satın alma konusunda isteksiz davrandılar. Bunun sonucu olarak, istihdam, satın alma faaliyetleri ve girdi stokları azalma kaydetti. Girdi talebindeki düşüş, bazı firmalarda tedarikçilerin teslimatlarını hızlandırabilmelerini sağladı. Teslimat süreleri hafif kısaldı ve böylece tedarikçi performansı iki aylık bozulmanın ardından iyileşme gösterdi.
Türk lirasındaki değer kaybının ham madde fiyatları üzerindeki baskıyı artırmasına bağlı olarak girdi maliyetleri Ekim ayında keskin şekilde artmaya devam etti. Bununla birlikte, enflasyon Eylül ayına kıyasla hafif ivme kaybetti. Benzer şekilde nihai ürün fiyatlarındaki artış hız kesmekle beraber yine güçlü düzeyde gerçekleşti.
Ekim’de 46,5 olan manşet PMI, Kasım ayında 48,0’e yükseldi. Endeks eşik değer 50,0’nin altında kalmakla birlikte faaliyet koşullarında Şubat’tan bu yana en hafif bozulmaya işaret etti. Manşet veriye benzer şekilde, imalat üretimindeki gerileme Kasım’da son dokuz ayın en düşük hızında kaydedildi. Bununla birlikte, firmalar yeni siparişlerdeki düşüşe bağlı olarak üretim hacimlerini azaltmaya devam etti. Talepteki zayıflık nedeniyle yeni siparişler yavaşladı, ancak söz konusu yavaşlama Ağustos ayından bu yana en ılımlı seviyede gerçekleşti. Bununla birlikte, yeni ihracat siparişlerinde daralma belirginleşti. Bazı firmalar, uluslararası alanda rekabetçi fiyatlama koşullarına dikkat çekti.
Türkiye İstatistik Kurumu’nun yayınladığı Sanayi Üretim Endeksi verileri de, Ekim ayında madencilik ve taş ocakçılığı sektörü endeksi, bir önceki aya göre yüzde 1,2 artarken, imalat sanayi sektörü endeksinin yüzde 0,9 ve elektrik, gaz, buhar ve iklimlendirme üretimi ve dağıtımı sektörü endeksinin yüzde 1,2 azaldığını ortaya koydu. Buna göre, aynı dönemde, ara malı üretimi yüzde 0,6 ve dayanıklı tüketim malları üretimi yüzde 1,8 azaldı. Dayanıksız tüketim malı üretimi ise yüzde 0,8 artarken, enerji üretimi yüzde 1,0, sermaye malı üretimi yüzde 2,3, düşük teknoloji ürünleri üretimi yüzde 0,1, orta-düşük teknoloji ürünleri üretimi yüzde 1,5 ve yüksek teknoloji ürünleri yüzde 7,8 düşerken, orta-yüksek teknoloji ürünleri üretimi yüzde 0,6 arttı.
TÜİK’in 24 Ekim’de yayınladığı “Bitkisel üretimin bir önceki yıla göre azalacağı tahmin edildi”
başlıklı “Bitkisel Üretim 2.Tahmini, 2025” bülteninin sunumunda da, “Üretim miktarlarının, 2025 yılı ikinci tahmininde bir önceki yıla göre tarla ürünleri olan tahıllar ve diğer bitkisel ürünlerde (yem bitkileri hariç) yüzde 10,4, sebzelerde yüzde 0,8, meyveler, içecek ve baharat bitkilerinde yüzde 30,4 oranında azalacağı tahmin edildi. Buna göre, yaklaşık üretim miktarlarının tahıllar ve diğer bitkisel ürünlerde 67,1 milyon ton, sebzelerde 33,3 milyon ton, meyveler, içecek ve baharat bitkilerinde ise 19,8 milyon ton olarak gerçekleşeceği öngörüldü” denildi ve bitkisel üretim öngörülerine ilişkin de şu veriler sıralandı:
“Tahıl ürünleri üretim miktarlarının 2025 yılında bir önceki yıla göre yüzde 12,4 oranında azalarak yaklaşık 34,2 milyon ton olacağı tahmin edildi. Bir önceki yıla göre, buğday üretiminin yüzde 13,9 oranında azalarak 17,9 milyon ton, arpa üretiminin yüzde 25,9 oranında azalarak 6 milyon ton, çavdar üretiminin yüzde 20,9 oranında azalarak yaklaşık 203 bin ton, yulaf üretiminin yüzde 22,3 oranında azalarak 303 bin ton, mısır üretiminin ise yüzde 4,9 artarak 8,5 milyon ton olacağı öngörüldü.
“Kuru baklagiller grubunda nohut, kuru fasulye ve kırmızı mercimek üretiminin sırasıyla 406 bin ton, 247 bin ton ve 230 bin ton olacağı tahmin edildi. Yumru bitkilerden patatesin ise bir önceki yıla göre yüzde 13,0 oranında azalarak 6 milyon ton üretileceği tahmin edildi.
“Yağlı tohumlardan soya üretiminin yüzde 17,4 oranında azalarak yaklaşık 149 bin ton, ayçiçeği üretiminin ise yüzde 17,6 oranında azalışla yaklaşık 1,8 milyon ton olacağı öngörüldü. Şeker pancarı üretiminin yüzde 4,1 oranında azalarak 21,5 milyon ton olarak gerçekleşeceği tahmin edildi.
“Sebze ürünleri üretim miktarının 2025 yılında bir önceki yıla göre yüzde 0,8 azalarak yaklaşık 33,3 milyon ton olacağı tahmin edildi. Sebzeler grubu ürünlerinden karpuzda yüzde 8,3, kuru soğanda yüzde 2,6, kavunda yüzde 17,5 oranında üretim artışı; domateste yüzde 7,6, salçalık kapya biberde yüzde 6,3, taze fasulyede yüzde 8,3 oranında üretim azalışı olacağı tahmin edildi.
“Meyveler, içecek ve baharat bitkileri üretim miktarının 2025 yılında bir önceki yıla göre yüzde 30,4 oranında azalarak yaklaşık 19,8 milyon ton olacağı tahmin edildi. Meyveler grubunda, bir önceki yıla göre elmada yüzde 48,3, çilekte yüzde 1,9, şeftalide yüzde 46,1, nektarinde yüzde 44,1, kirazda yüzde 70,6, üzümde yüzde 24,5 üretim azalışı öngörüldü.
“Turunçgil meyvelerinden mandalinada yüzde 7,1 oranında üretim artışı beklenirken, portakalda yüzde 15,0, limonda yüzde 34,8 oranında üretim azalışı öngörüldü. Sert kabuklu meyvelerden fındıkta yüzde 38,5, cevizde yüzde 38,1, Antep fıstığında yüzde 61,1 oranında üretim azalışı olacağı tahmin edildi. Geçen yıla göre muz üretiminin yüzde 1,6, zeytin üretiminin ise yüzde 34,7 azalacağı öngörüldü.”
Gerek İSO PMI gelişmelerine ilişkin verilerin, gerek sanayi üretimi ve tarımsal ürünlere ilişkin üretim öngörülerinin olduğu bültenler geçen iki aylık dönemde art arda açıklandı ve birçok yayın organında haber olarak yer buldu. Kısacası, her ne kadar Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, enflasyonun bir türlü indirilemememiş olmasını “öngörülemeyen zirai don” olayına bağlayan bir açıklama yapmış olsa da, asıl tehlikeli durum, “tarımsal ürünlerde ciddi bir azalma ve sanayi üretiminde ciddi bir daralma” ile karşı karşıya olduğumuz gerçeğidir.
Prof. Dr. İzzettin Önder, bu durumu, “İçinde bulunduğumuz ekonomik açmaz, hikayesi ile ilginç olduğu kadar, geleceği ile de tam bir açmaz koyuyor ülkenin önüne” diye uyardıktan sonra, sorunun anlık çözümü itibariyle güç olduğu kadar, ileriye matuf ekonomik planlamayı da güçleştirdiğine dikkat çekti: “Türkiye’nin sorunlarını, başta ekonomik kalkınma olmak üzere, istihdam oluşturma ve cari açık sorununa kalıcı çözüm bulmak şeklinde ortaya koyduğumuzda, iç denge ve dış dengenin sağlanması konularında tam bir açmazla karşı karşıya kaldığımız görülür.”
Prof. Dr. İzzettin Önder, 12punto’daki yazısında, “Türkiye’nin sorunlarını, başta ekonomik kalkınma olmak üzere, istihdam oluşturma ve cari açık sorununa kalıcı çözüm bulmak şeklinde ortaya koyduğumuzda, iç denge ve dış dengenin sağlanması konularında tam bir açmazla karşı karşıya kaldığımız görülür” saptamasını yapıyor:
“Kısacası, sanayi yapımız ortalama olarak ileri verimlilik düzeyinde değildir. Zaten, yaşadığımız ve bir türlü aşağıya çekemediğimiz enflasyonun çok temel sebebi de sanayi yapısının ve oradan tüm ekonomiye yayılan ortalama üretim geriliği meselesidir. Sosyal sermaye kifayetsizliği, tasarruf yetersizliği vb gibi sebepler dışında ortalama emek geriliği de enflasyonda ciddi sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenledir ki, hükümetin izlediği sıkı para politikası ve baskılayıcı yöntemler enflasyonu kısmen baskılamakta, fakat önleyememektedir. Çünkü sorun talep enflasyonu olmaktan çok, arz enflasyonu şeklinde tezahür etmektedir. Ne var ki arz enflasyonunun tedavisi uzun vadeli planlı programlı yürüyüşü gerektirdiği halde, talep enflasyonunun tedavisi sıkı para politikası ve anlık baskılamalarla zahiren bir miktar denetlenmiş görüntüsü vererek, günlük siyaseti kurtarabilmektedir.”
Türkiye’de enflasyonun diğer önemli ayağını da, dünya genelinde, Bolivya, Malavi, İran, Güney Sudan, Arjantin ve Haiti ile birlikte “ilk 7”ye girdiğimiz gıda enflasyonu oluşturuyor.
TÜİK’in verilerine göre de oldukça daralacağı öngörülen tarımsal üretime ilişkin, bu alanda önde gelen uzman yazarlardan Ali Ekber Yıldırım, “Türkiye’nin tarım ve gıda sanayisini yeniden güçlendirecek yol, plansız ve tepkisel hareketlerden değil; stratejik finansman, ihracat odaklı destekler ve piyasa istikrarı sağlayan akıllı mekanizmalardan geçiyor” diyor.
Ekonomim gazetesindeki yazısında Türkiye’nin, “uzun yıllardır tarım potansiyeli yüksek, ancak tarımsal değer zinciri zayıflamış bir ülke görünümü” verdiğini vurgulayan Ali Ekber Yıldırım, “Sahada yaşanan gerçekler ve rakamlar ne yazık ki bunu doğrular nitelikte. Bir yanda tarım ürünlerinde ihracat yapma zorunluluğu, diğer yanda yüksek enflasyon, artan maliyetler, finansmana erişim zorlukları ve yüksek faiz ortamı” diye açıklıyor.
Ali Ekber Yıldırım yazısında, üreticilerin para kazanamadığı için üretmek istemediğini belirten, bunun hem sektör hem de ülke için büyük bir tehdit haline geldiğini belirten Migros’un İcra Kurulu Başkanı Ömer Özgür Tort’un, yakın zamanda kamuoyunda oldukça öne çıkan, “Bu tempoda gidersek Türkiye’de satacak ürün bulamayabiliriz. O zaman ithalat furyasının içinde gıdayı da bu paydaşlardan biri haline getirmek zorunda kalabiliriz diye kaygımız var” sözlerinin, tarımdaki üretim krizini su yüzüne çıkmasını sağladığını vurguluyor.
Yazısında, mercimek dahil birçok gıda ürününün Kanada’dan ve başka ülkelerden ithal edildiğini ayrıntılarıyla anlatan Ali Ekber Yıldırım, “Katıldığım programlarda bunları anlatınca Özgür Tort aradı. Bu sözlerinin daha çok gıda sanayicilerine yönelik olduğunu söyledi. Sanayicilerin tarım ve gıdaya daha fazla önem vermesi, bu alana yatırım yaparak üretimi desteklemeleri gerektiğine dikkat çekmek istediğini anlattı. Savunma sanayi ve diğer alanlarda olduğu gibi gıda sanayinde de Türkiye’nin daha güçlü olması gerektiğini bunun da tarımsal üretimden geçtiğini belirtti. Gelişmiş ülkelerdeki gıda sanayisinin örnek alınarak üretime ve üreticiye destek olunması gerektiğini belirtti” diye özetliyor.
Yazısında Tarım Ekonomisti ve Gıda Mühendisi Dr. Murat Bayizit’in, “Türkiye Tarımı; Kısır Döngüden Çıkış Arayışı” başlıklı yazısına da değinen Ali Ekber Yıldırım, “Bir yanda tarım ürünlerinde ihracat yapma zorunluluğu, diğer yanda yüksek enflasyon, artan maliyetler, finansmana erişim zorlukları ve yüksek faiz ortamı; bu tablo hem üreticiyi hem sanayiciyi hem de ihracatçıyı aynı anda sıkıştırıyor. Bu sıkışma, bugün Türkiye tarımının içine girdiği kısır döngünün temel kaynağıdır” diye özetliyor.
Türkiye’de bugün tarımsal üretimden gıda sanayine kadar zincirin tüm halkalarında “finansmanın en büyük sorun” olduğunu vurgulayan Ali Ekber Yıldırım, bu zorlukları, “Üretici yüksek faizle borçlanamıyor, üretim için gerekli sermayeyi bulamıyor, Sanayici yatırım yapamıyor, makine modernizasyonu erteleniyor ve ihracatçı işletme sermayesi bulmakta zorlanıyor” diye ana hatlarıyla özetliyor.
Bir yıl para etmeyen ürünün gelecek yıl ekilmemesi tehlikesinin de giderek yükseldiğine dikkat çeken Ali Ekber Yıldırım, “Fiyat oynaklığı üretimi bozar, üretim azalır, ardından fiyat tekrar yükselir; sonra yeniden arz patlaması gelir… ve döngü bitmez. Türkiye yıllardır bu döngünün içinde kaybolmuş durumda. Üretimin her yıl bu kadar belirsiz olması ülkeyi ithalata bağımlı hale getiriyor. Bunun en acı örneklerinden biri, Mısır’daki dondurulmuş gıda firmalarının Türkiye’de pastanelere, reçelcilere ürün satmak için kapı kapı dolaşmaya başlamasıdır” diye örnekliyor.
Türkiye’nin tarım ürünlerinde iç piyasasının birçok ürün için yeterli olmadığını da vurgulayan Ali Ekber Yıldırım’a göre, eğer ihracat kesintiye uğrarsa içeride üretilen malın tamamını tüketmek de olanaksız; çünkü, ihracatın kesilmesi demek; “fabrikanın hammadde alımını durdurması, çiftçinin malının elinde kalması, sonraki yıl üretimin düşmesi, ve dışa bağımlılığın artması demektir.”
Ayrıca ihracatın olmadığı ortamda içeride yapılan satışlar kârsız hale gelir; kârsızlık kaliteyi düşürür, yatırımı durdurur ve firmaların rekabet gücünü yok eder. Bu, sektörün çöküşünü hızlandıran en büyük risklerden biridir.
Dolayısıyla, mevcut sorunların çözümü yalnızca mevzuat düzenlemesiyle değil, aynı zamanda doğrudan sonuç üreten finansal araçlarla desteklenmelerinden geçiyor. Türkiye’nin sektörü ayağa kaldırması için atması gereken adımların en kritik olanı, çiftçinin ürettiği ürünün işlenerek ihracata yönlendirilmesini kolaylaştıran, doğrudan etki üreten destek mekanizmalarıdır.
Çin’de uygulanan sisteme işaret eden, Ali Ekber Yıldırım, “Çin tarımsal ihracatta agresif bir büyüme sergiliyorsa bunun temel nedeni; ürün bazlı finansman, ihracatçıya yönelik navlun desteği, tarladan fabrikaya zinciri ayakta tutan düşük maliyetli kredi modelleridir” diyor.
Tarım ürünleri ithalatında alınan Tarım Payı Fonu’nun, “işin doğası gereği içerideki üreticiyi korumak için oluşturulmuş bir kaynak” olduğunun altını çizen Ali Ekber Yıldırım, “Bu fonun belirli bir bölümü; ihracat için gerekli hammadde tedarikinin finansmanında, sanayicinin işleyip ihraç edeceği ürünlerde düşük maliyetli kredi olarak, navlun ve lojistik desteklerinde kullanıldığında hem üreticiyi hem sanayiciyi hem de ihracatçıyı aynı anda güçlendirecek bir kaldıraç etkisi yaratır. Bu destekler hedefe direkt dokunan ve sonucu hızlı alınan mekanizmalardır” diye özetliyor.
Buradan, ekonominin en temel iki sektörüne, tarım ve sanayiye baktığımızda, iki sektörde de yüksek faiz ve döviz kurları nedeniyle maliyetlerin yüksekliğinin olumsuz yansımalarının ciddi sorunların temelini oluşturduğunu görebiliyoruz. Uzmanların da üzerinde durdukları gibi, özellikle tarım sektörünün en küçük üreticiden, tarım ürünlerinin işlendiği sanayiye kadar geniş kapsamlı desteklerin verilmesi, dünyanın hemen tüm ülkelerinde de olduğu gibi, özel fonlar ile desteklenmesi büyük önem taşıyor.
Döviz kurlarındaki yüksek düzeylerin temelini de elbette yüksek seyreden cari açıklar oluşturuyor ve buna bağlı olarak da ithal girdi maliyeti yükselirken, ürünlerin fiyatlarını düşük tutabilmek için emek baskılanıyor, dolayısıyla da gelir dağılımı şiddetle bozuluyor. Burada sorunların temelini oluşturan unsurlardan biri olan ödemeler dengesi, iki ana bölümden oluşuyor; cari işlemler hesabı ve sermaye-finans hesabı.
Bildiğimiz gibi, cari işlemler hesabı, ülkenin mal ve hizmet ihracatı ve ithalatının oluşturduğu dış ticaretini, faiz, kâr, ücret gibi faktörlerin oluşturduğu gelir dengesini kapsar. Bu hesap, bir ülkenin dış ekonomik ilişkilerinde kazanıp kazanmadığını, yoksa bu ilişkileri borçlanarak mı sürdürdüğünü gösterir. Sermaye ve finans hesabı ise ülkeye giren veya çıkan yatırımları, kredileri ve portföy hareketlerini gösterir. Örneğin yabancı yatırımcıların Türkiye’de fabrika kurması, portföy yatırımı yapması ya da Türk şirketlerinin yurt dışında yatırım yapması bu kalemde yer alır. Bunların dengesi de ülkenin finansman kapasitesini belirler. Bir diğer önemli kalem ise rezerv varlıklardır. Merkez Bankası’nın döviz rezervlerindeki artış veya azalış, ödemeler dengesinin son kalemini oluşturur. Çünkü cari açık ya da fazla, bir şekilde döviz rezervleriyle finanse edilir. Özellikle, Türkiye gibi gelişmekte olan ekonomilerde genellikle cari açık sorunu, ekonomik büyüme ile yakından bağlantılıdır. Çünkü hızlı büyüme dönemlerinde iç talep artar, ithalat hızlanır, dolayısıyla cari açık büyür.
Cari açık, her zaman olumsuz bir durum olarak görülmemelidir; ancak nasıl finanse edildiği asıl belirleyici noktadır. Eğer açık, uzun vadeli doğrudan yatırımlarla finanse ediliyorsa, bu ülkenin üretim kapasitesini artırdığı için sürdürülebilir bir yapı oluşturabilir. Ancak, Türkiye gibi üretime dönük yatırımları çoktan geride bırakmış, geçilmeyen köprüler, kullanılmayan otoyollar gibi alanlara yoğunlaşmış, gelişmekte olan ülkede, kısa vadeli borçlanmalar veya sıcak para girişleriyle kapatılıyorsa, finansal denge oldukça kırılganlaşır ve ödemeler de, ağır faizlerle yapılan yeni borçlanmalarla finanse edilmeye çalışılır ve dolayısıyla açıklar büyür.
Ödemeler dengesinde dikkat çeken bir diğer unsur, net hata ve noksan kalemidir. Bu kalem, kaynağı tam belirlenemeyen döviz girişlerini gösterir. Önceki yazıda üzerinde durduğumuz gibi, Türkiye’de bu kalemin büyüklüğü dikkat çekici boyutlara ulaştı. Bu durum, kayıt dışı sermaye hareketlerinin veya bazı işlemlerin istatistiksel olarak sınıflandırılmasındaki zorlukların bir yansıması olarak değerlendiriliyor. Ancak sürdürülebilir bir finansman yapısı için bu kalemin uzun vadede düşürülmesi, şeffaf veri üretimi açısından önemlidir ve bu şeffaflık, özellikle, dış yatırımların akışı ve dış borçlanmalarda faizlerin makul düzeylere çekilmesinde oldukça önemli avantajların da yolunu açar niteliktedir.
Ödemeler dengesinin sağlıklı bir yapıya kavuşması, sadece dış ticaret politikalarıyla değil, makroekonomik dengelerin bütünlüğüyle ilgilidir. Enflasyonun kontrol altına alınması, döviz kurunun istikrarlı seyretmesi, üretim yapısının ithalat bağımlılığının azaltılması ve enerji verimliliğinin artırılması bu dengeyi güçlendiren unsurlardır. Özellikle sanayi politikalarıyla teknolojiye dayalı ihracatın teşvik edilmesi, cari dengeyi uzun vadede kalıcı biçimde iyileştirebilir; bir başka deyişle, yukarıda üzerinde durduğumuz üretim düşüşleri ya da verimsizlik sorunlarının yaşanmasını önleyebilecek koşulları oluşturabilir.
Bir başka deyişle, sadece cari açık ya da fazla vermek değil, bu dengenin nasıl oluştuğu daha önemli hale gelmiştir. Üretim yapısında dönüşüm, enerji verimliliği ve teknolojik ihracat kapasitesinin artması, ödemeler dengesinin kalıcı bir biçimde iyileşmesini sağlayabilir. Kısacası, ödemeler dengesi sadece bir istatistik tablosu değil, ekonominin nabzını tutan, ülkenin dış ilişkilerinin sağlığını gösteren bir göstergedir. Türkiye’nin önündeki temel hedef, bu dengeyi sürdürülebilir kalkınmanın bir parçası haline getirmek olmalıdır.
Bu nedenle de, her iki temel sektörün desteklenmesi için gereken kaynakların, gerekli olduğu zaman, ilgili alanlara aktarılmasını sağlayacak bir bütçe yapısına gerek olduğu ortadadır; ancak, bugünlerde TBMM’ye sunulan bütçe tasarısına bakıldığında, bunun da pek olanaklı olmadığını görebiliyoruz. Herşeyden önce, en yüksek oransal artış faiz giderleri kaleminde olduğunu görüyoruz; buna göre, faiz giderleri 2026 yılında 2025’e göre 791,6 milyar lira artacak ve toplam faiz ödemeleri bir yılda yüzde 40,6 artışla 2,7 trilyon TL’ye ulaşacak. Böylece, 2025 yılında toplam bütçenin yüzde 13,2’sini oluşturan faiz ödemeleri 2026 yılında, 1,3 puan artışla yüzde 14,5’e çıkacak.
Bu arada, 2025 yılında devletin vergi gelirleri içinde doğrudan vergilerin payı yüzde 33,8; dolaylı vergilerin payı ise yüzde 65,15 oldu. Devlet yılın başında şirketlerden toplamayı ilan ettiği 1,6 trilyon lira kurumlar vergisinin yalnızca 868 milyar lirasını tahsil etti ve böylece ilk 10 ayda halka verilen taahhüdün sadece yüzde 53’ü gerçekleşti. 2026 yılı bütçe teklifinde de, dolaylı vergilerin payı yüzde 61,69 düzeyindeyken, doğrudan vergilerin payı yüzde 37,22’de kalacak. Bu durum da, KDV, ÖTV gibi dolaylı vergilerin ağırlığı emekçilerin sırtında olacak. Ayrıca, bütçede 3 trilyon 597 milyar lira vergi gelirinden vazgeçilerek şirketlere yüzde 19 vergi avantajı sağlanacak. Dolayısıyla, enflasyonun gerçek düşmanı üretimi artırmak için gereken desteklerin toplanıp, tarıma ve sanayiye iletilmesi için gereken kaynaklara erişimin olanaklarının da önü tıkanmış, geniş halk kesimleri de enflasyonla baş başa kalmış olacak.
