Osman Şenkul - Faiz düştü ama yüksek CDS’lerle borçlanmanın maliyeti ağır

Faiz düştü ama yüksek CDS’lerle borçlanmanın maliyeti ağır
Osman Şenkul
Kimine göre, “paranın fiyatı” olarak tanımlanan faiz, para ve para benzeri araçlar ile birlikte insanlığın karşısına çıktığında, daha çok yerel üretim ve hasat gelişmelerine bağlı olarak, mevsimsel ya da yıllık bazlarda ve çoğunlukla sözlü olarak belirleniyor ve en çok kil tabletler ya da benzeri araçlarla kayıt altına alınıp, uygulanıyordu.
Dijital teknolojilerin baş döndürücü hızla geliştiği günümüzde ise, artık faizler, küresel düzeyde belirleniyor, bazen saniyeler ve daha kısa sürelerle ölçülebilen vadelerde geçerli olup, aynı hızda değişebiliyor. Hızla dijitalleşen para, kavram olarak varlığını sürdürdükçe, parayla birlikte insanlığın önüne çıkan faiz de bizimle birlikte olmayı sürdürecek ve paranın metal, kâğıt, dijital olarak varlığı sonlandığı ve bilanço satırlarından da silinerek yok olduğu zaman, faiz de insanlık için yalnızca tarihsel bir etken olarak kalacak.
Yeryüzündeki varlığının son birkaç bin yılını kapsayan çok kısa bir bölümünde insanlık ile bir arada olan paranın, yalnızca bu özelliği dahi, bizim için yaşamsal bir niteliğinin olmadığını gösteriyor. Bu nedenle, insanlık tarihinde, kendisi için yaşamsal olmayan pek çok olgu, etken gibi, para da faiz ve diğer tüm türevlerini yanına alarak sonsuzluğun içinde yok olup gidecek. Bu yok oluş süreci için bugünden bir kestirimde bulunmak neredeyse olanaksız olsa da, plastik kartlardan, kare kodlara, radyo dalgalarından, blockchain (blokzinciri – kripto para) sarmalına kadar, kılıktan kılığa giren paranın, yaşam mücadelesinin ivme kazanmasına tanık olmayı, bu sürecin çok da uzakta olmadığının kanıtı olarak göstermek, ütopik bir yaklaşım olmasa gerek.
Türkiye’de de zaman zaman, günün koşullarına göre “astronomik” düzeylere tırmanan faizin yıkıcı etkileri de, özellikle yakın geçmişteki gelişmelerde de görüldüğü gibi, oldukça ağır biçimde yaşanıyor. Çünkü, ekonomiyi yüksek faizle yönetmeye çalışmak; bir başka deyişle, parasal sıkılaştırma politikası izlemek, kısa vadede enflasyonu dizginlemek amacıyla kullanılsa da, bunun toplum üzerindeki ekonomik, sosyal ve sektörel maliyetleri de ortaya çıkıyor.
Her şeyden önce, borçlanma maliyeti artıyor ve dolayısıyla, bireylerin kredi kartı kullanımına ya da ihtiyaç ve konut kredilerine ulaşımları oldukça zorlaşıyor; dolayısıyla, tüketim düşüyor. Tüketimin düşmesi demek, üretimin sekteye uğraması anlamına geliyor ve üretim azaldıkça üretim bantlarının başındaki işler de azalıyor ve işsizlik yükseliyor. Böylesi durumlarda, doğal olarak yatırımlar da erteleniyor; çünkü şirketler artan faiz nedeniyle kredi kullanmaktan kaçınıyor.
Elbette böylesi dönemlerde önce, nakit akışı zayıf olan küçük işletmeler faaliyetlerini sürdüremez hâle gelir ve en çok da inşaat ve tekstil gibi emek yoğun sektörlerde iflaslar artar. Dolayısıyla, özellikle üretimin ve iç talebin daraldığı sektörlerde işten çıkarmalar hızlanır. Elbette tüm gelişmelerin ardından gelir dağılımı bozulur.
Sabit gelirliler cephesinde tüm bunlar yaşanırken, faiz geliri elde edenlerin yaşam koşulları daha da iyileşir. Bu arada, devlet iç borçlanma için daha yüksek faiz ödemek zorunda kalır.
Bunu örnekleyecek olursak, merkezi yönetim bütçesinden bu yılın ilk altı aylık döneminde toplam 1 trilyon 111 milyar liralık faiz ödemesi yapıldı. Faiz ödemesi geçen yıla göre yüzde 94 arttı. Devlet bu yılın ilk altı ayında ayda ortalama 185 milyar, günde ise 6,2 milyar lira faiz ödedi. Bütçeden altı ayda yapılan faiz ödemesi 2024 yılının tamamında ödenen faizin yüzde 87,5’ini buldu ve görünen o ki, Türkiye 2021 yılında ödediği faizin 11 kat daha fazlasını 2025 yılında ödemiş olacak. Bu durum bütçeyi zorlayacak ve elbette sosyal harcamalar kısıtlanacak.
Faizlerin hızlı yükseldiği dönemlerde ayrıca konut kredisi faizleri artar, konut alımı durma noktasına gelir. Kiraya olan talep artar, kiralar yükselir. Özellikle büyük kentlerde barınma krizi daha da ağırlaşır. Gıda, enerji ve kira gibi temel ihtiyaçlara ulaşım zorlaşır. Alım gücü düşer, yaşam kalitesi geriler.
“Tüm bunlara rağmen, yüksek faiz politikasına neden ihtiyaç duyulur?” diye sorulduğunda ise, “Yüksek faiz politikası enflasyonu kısa vadede kontrol altına almak için güçlü bir araçtır” diye savunma gelebilir; ama, görüldüğü ve yaşandığı gibi, uzun vadede üretim, istihdam ve sosyal refah üzerinde yıkıcı etkiler yaratıyor. Bu yüzden tek başına faiz artışı değil, üretim destekli, yapısal reformlarla birlikte uygulanması gerekir.
Oysa, Türkiye’de bugüne kadar çok kez yaşandığı üzere, zaman zaman kamu kaynakları alabildiğine harcanırken, üretimi artırmaya dönük hiç bir ek önlem alınmadığı icin, talep baskılanmış olsa da, arz artırılamadığından, enflasyon da frenlenlenemedi. Çünkü, Türkiye gibi dış kaynaklara bağımlı bir ülkede yapılan faiz artırımları, talep enflasyonunu baskılasa da, maliyet kaynaklı enflasyonun tırmanışını durduramadı. Özellikle, hem yüksek faiz nedeniyle artan kaynak maliyetleri, borçlanma zorlukları nedeniyle yeni iş alanları yaratılamadığı gibi, bir türlü bastırılamayan enflasyona bağlı maliyet artışlarına bağlı fiyat artışlarının da etkisiyle, enflasyon beklentileri düzelmediği için, faiz artışlarının enflasyon üzerindeki beklenen etkisi gerçekleşemedi; beklentilerin tersine enflasyon yüksek düzeylerde tutunmaya devam etti. Dolayısıyla, ülke ekonomisindeki açıklar kapanmak bir yana, genişlemeye ve derinleşmeye devam etti.
Uluslararası Para Fonu’nun, hafta başında açıklanan, “2025 - Küresel Sektör Raporu - Değişen Dünyada Küresel Dengesizlikler” raporunda, ekonomisi “giderek zayıflayan” ülkeler arasında gösterilen Türkiye gibi “aşırı açık veren ülkeler” için şu uyarı yapılıyor:
“Aşırı açık veren ülkeler için birincil risk, risk primlerinin hızla artması ve bunun sonucunda piyasa erişimini aniden kaybetmeleri ve bu durumun onları ani ve sancılı bir uyum sürecine sokmasıdır. Ülke küresel ekonomide önemli bir ağırlığa sahipse veya diğer ülkelerle yüksek düzeyde bağlantılıysa, bununla bağlantılı ekonomik gerileme diğer ülkelere de zarar verebilir.”
Buradaki uyarıların dikkat çektiği nokta, Türkiye gibi, “dış kaynaklara” bağımlılığın yarattığı açıkların, yalnızca yüksek faizle kapanmasının zor olacağı, bastırılan döviz kurlarına karşın, dış kaynak girişlerinin, üretim maliyetlerini artırmasının ise kolaylaşacağı, dolayısıyla enflasyonun baskılanması hedeflerinin tutturulamayacağıdır.
IMF raporu, açık veren ülkelerin yanında, aşırı fazla veren ülkelere ilişkin uyarı da dikkat çekiyor:
“Aşırı fazlalar da riskler yaratır. İlk olarak, bazı ülkelerdeki aşırı fazlalar, başka ülkelerde aşırı açıklar anlamına gelir. Faiz oranlarını düşürerek, diğer ülkeleri aşırı borçlanmaya teşvik edebilirler. Küresel faiz oranlarının aşağıya doğru ayarlanamadığı durumlarda, likidite tuzağı oluşur ve aşırı fazlalar, küresel faaliyetleri baskılayabilir. Büyük ekonomilerdeki fazlaların artması, ticaret ortaklarında ciddi sektörel dengesizliklere yol açabilir ve korumacı duyguları artırabilir, bu da küresel ekonomiye zararlı etkilerde bulunabilir.”
Tüm bunların hemen ardından, TCMB Para Politikası Kurulu’nun 24 Temmuz toplantısında yaptığı faiz indirimi akla gelebilir. TCMB, politika faizi olan bir hafta vadeli repo ihale faiz oranını yüzde 46’dan yüzde 43’e ve gecelik vadede borç verme faiz oranını da yüzde 49’dan yüzde 46’ya indirdi, indirmesine de, bu indirim, Türkiye’nin dış borçlanmalarını hemen etkilemiyor. Çünkü, Türkiye’nin, ya da başka bir ülkenin, dış borçlanmasında maliyetlerin temel belirleyicisi CDS (Credit Default Swap) adı verilen Kredi Risk Primi’dir. Türkiye’nin, zaten yüksek olan CDS’leri de, özellikle 19 Mart’tan sonra oldukça hızlı yükseldi.
CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması, CDS’lerde ani artışlara yol açtı. 2025 yılı başında “240 bps ile göreceli sakin” düzeyde olan Türkiye’nin CDS’leri, hızlı bir tırmanış ile 304 bps düzeyine kadar tırmandı. CDS’lerde yaşanan bu zirveden sonra, Temmuz’da daha yatay ve temkinli bir seyir izlense de, 280–290 bps gibi yüksek seviyelerde kaldı. Ancak, CDS’lerin bu aşağıya dönen yönü, kur baskısı, portföy çıkışları ve siyasi belirsizlikler nedeniyle yeniden yukarıya döndü. Haftalık ortalamalarda yaklaşık 284–291 bps bandını koruyan CDS, özellikle 18 Temmuz itibarıyla 291.7 bps olarak gerçekleşti.
CDS, 2025 yılında 240 bps’den başlayarak 304 bps düzeyine kadar yükseldi. Haziran’daki zirveden sonra, Temmuz’da daha yatay ve temkinli bir seyir izleniyor. Ancak CDS’in halen 290 bps gibi yüksek seviyelerde kalması, Türkiye’nin borçlanma maliyetlerinin hala risk primi taşıdığı anlamına geliyor. Bu da, enflasyonu, içeride üretimi artırarak indirmek ve dolayısıyla işsizliği de baskılamak yerine, faizi artırıp, arzı da baskılayarak düşürmeye çalışırken, işsizliği de körükleyip, yeni yatırımların da önünü kapatan politikalarla, uluslararası yatırımcıları çekmek yerine, daha da uzaklaştırmak anlamını taşıyor; ve elbette, böylesi durumlarda, yerli yatırımcıların da önünü kapatmış oluyor.
Her şeyden önce, Türkiye’nin 2025’te 300 bps civarında seyreden CDS primi, hem kamunun hem de özel sektörün dış borçlanma maliyetlerini yükseltti. Bu da; bütçe açığını genişletiyor
Şirketlerin kredi bulmasını zorlaştırıyor, yatırım ortamını zayıflatıyor, bu yüzden CDS’in düşmesi, sadece bir “göstergede iyileşme” değil; doğrudan maliyetleri ve ekonomik güveni etkileyen stratejik bir gelişmedir. Eğer CDS primleri yükselirse, Türkiye’de yaşadığımız gibi, Hazine’nin dolar cinsinden borçlanma maliyeti yükselir ve faiz ödemelerini artırır, dolayısıyla bütçe açığı büyür. Aynı zamanda, Türk bankaları ve şirketler yurtdışından dövizle borç alırken daha fazla faiz ödemek zorunda kalır. Bu da yatırımların ertelenmesine, iflas risklerinin artmasına neden olur. Ayrıca, CDS yüksekken Türkiye’ye gelen sermaye azalır, döviz arzı daralır ve dolayısıyla TL üzerindeki baskı artar.
Bu nedenle, çarşıya-pazara çıkan ürünlerin fiyatlarının artışıyla oluşan enflasyon ile mücadeleyi yalnızca “paranın fiyatını” artırarak yürütmek, içinde yaşadığımız dönemde olduğu gibi, çoğunlukla olumsuz etki yaratıyor. Oysa, piyasa fiyatının, “bir malın gerçek değeri ile arz-talep etkileşimi sonucunda belirlenen fiyat” olduğuna ilişkin genel ilkeden yola çıkarak, “talebi bastırmak” yerine, “arzı artırmak” seçildiğinde, işsizlik artırılmadan, fiyatlar da aşağıya çekilebilecektir. Çünkü; eğer bir malın arzı talebin üzerindeyse, fiyatı geçici olarak değerinin altına düşer; talep arzdan fazlaysa fiyatı değerinin üstüne çıkar.