18 Ekim 2023

Orhan Pamuk, Ben ve Veba Geceleri - Faruk Turinay

orhan-pamuk-ben-ve-veba-geceleri-faruk-turinay

Açılış: Tuhaf Bir Sezgi

Bu yazının biraz tuhaf bir yazı olacağını şimdiden hissediyorum. Böyle hissetmek için yeterince sebebim var.

Biraz Orhan Pamuk’un yazılarında zaman zaman kullandığı bir yöntemi kullanarak kendisini selamlamak için, biraz Umberto Eco’nun yetmiş dokuz yaşında yayımladığı Genç Bir Romancının İtirafları’ndaki listeler ve sıralamalarla ilgili eğlenceli pasajları hatırlayarak gülümsemek için, biraz da sıkıcı akademik metinlerin tanrının bir emriymiş gibi vazgeçmediği başlıklandırma ve numaralandırma sistemini, sanki “sıradan bir cinayet” işleyen alaycı bir katilin polis raporlarıyla alay ettiği aşırı sistematik itirafnamesindeki gibi muzipçe niyetlerle taklit etmekten kendimi alıkoyamadığım için, bu yazının tuhaf olacağına ilişkin hislerimin belli başlı sebeplerini maddeler halinde anlatacağım.

1- Orhan Pamuk’tan bahsederken roman sanatına değinmemem, romandan bahsederken de edebiyatın, söz sanatının ve insanın kökenleri üzerine hayal kurmamam mümkün değil. 2- Bazı yazarlar, çok önemsediği başka bir yazardan bahsederken ister istemez hayata ve sanata ilişkin en temel düşüncelerinden bazılarını ortaya koymadan edemezler; ben de o tür yazarlardan biriyim. 3- Orhan Pamuk, Öteki Renkler’i okuduğum üniversite yıllarımdan beri benim edebiyat dünyamda çok önemli bir yere sahip. 4- Şahsen tanışmış ve ayaküstü sohbet etmiş olmam dolayısıyla kendisi hakkında eserleri dışında da bir izlenimim var. 5- İlk kez bir yazımı tamamen ona ayırmaya karar verdim. 6- Bazı romanlarını şimdiden dünya klasiği olarak görecek kadar beğenmeme rağmen bu yazıyı başarısız bulduğum son romanı Veba Geceleri’ni okuduktan hemen sonra yazıyorum. 7- Bunlar gibi, yüzlerce sayfada anlatmam gereken ve belki de günün birinde hakkında ayrı bir kitap yazacağım pek çok konuyu beş on sayfada da olsa ana hatlarıyla anlatmaya ihtiyaç duyuyorum. Daha başka sebepler de vardır mutlaka, ama bu kadarı yazının benim açımdan tuhaf olması için yeter de artar bile.

Sonuçta yazım belli ki tuhaf ve eklektik olacak, ama onun tüm parçalarını bir bütün hale getirecek şey, yine tuhaflığı olabilir. O halde nereden başlamalıyım?

(1) Başlangıç

Başlangıçta yazı yoktu, söz yoktu, sadece ses vardı. Ses tüm canlılarla birlikteydi. Ve ses canlı’ydı. Ses tüm hayvanlarda vardı.

Yeryüzünün bir bölümünde iklim değişti, ormanlar yok oldu. Geriye kuru otlar ve orada yaşayan bir grup hayvan kaldı. Bunlar aç ve açıktaydı. Karınlarını doyurmak için, başka hayvanlara yem olmamak için birbirlerine daha çok ihtiyaçları oldu. Birbirlerine daha çok seslendiler. Sesleri kadar ihtiyaçları da arttı. Artık ses onlara yetmiyordu, söz’ü icat ettiler. Ve kendilerine insan dediler. İnsan artık daha çok hatırlıyor, daha çok hayal kuruyor, hikâyeler uyduruyordu.

Artık söz vardı. Söz insanla birlikteydi. Ve söz insandı. İnsanın yapıp ettiği her şey söz sayesinde var oldu. Söz olmasaydı kap kacak, giyim kuşam, alet edevat da olmazdı. Söz olmasaydı hatıralar, hayaller ve hikâyeler de olmazdı. İnsan hayatı söz’deydi. Söz sayesinde yeryüzünde tarım başladı, ticaret gelişti. Mal mülk çoğalınca bir yere kaydetmek gerekti. Böylece işaretler, resimler ve zamanla harfler ortaya çıktı.

Artık yazı vardı. Yazı insanla birlikteydi. Ve yazı insandı. Artık insan hayatı yazı’daydı. Çok geçmeden insan malından mülkünden başka hatıralarını, hayallerini ve hikâyelerini de yazıya geçirdi. İnsan artık daha çok hikâye uyduruyordu. İnsan en çok inanmak ve oyalanmak istiyordu. Hikâye insanı inandırıyor ve oyalıyordu.

Artık hikâye vardı. Hikâye insanla birlikteydi. Ve hikâye insandı. İnsanın artık daha çok boş zamanı vardı. Hikâyeler o kadar çoğaldı ki insan hikâyelere çeşitli isimler verdi. Kimine şiir ve masal, kimine oyun dedi. İnsan daha çok çoğalıp daha çok üretince bir grup insanın daha çok boş zamanı oldu. Bunların karnı tok, vakti çoktu. Canlarının sıkılmaması için oyalanmaya herkesten daha çok ihtiyaçları vardı. Artık hikâye onlara yetmiyordu. Romanı icat ettiler. Roman insanı daha çok oyalıyor, daha çok hayal kurduruyor, düşündürüyordu.

Artık roman vardı. Roman insanla birlikteydi. Ve roman insandı. Romanın içine her türden hikâye girdi. Romanlar o kadar çoğaldı ki daha çok boş zamanı olan bir grup insan romancı, bir grup insan da romanlar hakkında yazar çizer oldu ve bunlar romanlara çeşitli isimler verdi. Kimine iyi roman, kimine kötü roman dediler.

Yeryüzü maldan mülkten ve insandan geçilmez hale gelince hemen her insanın daha çok boş zamanı oldu. Artık roman onlara yetmiyordu. Saymakla bitmez meşgale ve ekran’ı icat ettiler. Bunlar da insanı oyalıyor, bazen hayal kurduruyor, nadiren düşündürüyordu.

Artık saymakla bitmez meşgale ve ekran vardı. Bunlar insanla birlikteydi. Ve bunlar insandı. Ama bir grup insan yine de roman okumaya, yazmaya ve roman hakkında yazıp çizmeye devam etti. Romanların büyük kısmı sıkıcıydı. Ama hayat daha sıkıcıydı. Yeryüzü kalabalıktı, şehirler gürültülü ve engin aydınlıklarla kaplıydı. Ama romanın ruhu hâlâ yeryüzünde hareket ediyordu.

(2) İlk Neden Paradoksuna Katı Bir Yaklaşım ve Zorunluluk Meselesi

Edebiyat-yazar ilişkisi yumurta-tavuk paradoksuna benziyor. Fakat benim bu konuda görüşüm belli ve tavuktan yana. Diğer önemli mesele, tavuğun neden tavuk olduğu, neden başka herhangi bir şekilde değil de bu şekilde bir yumurta meydana getirdiği. Bu konuda da görüşüm açık: Başka bir ihtimal yok.

Peki, bütün bunlar ne demek oluyor?

(2-1) “Edebiyat” diye bir şey yoktur, sadece yazarlar vardır.

Birey, özne merkezli yaklaşım felsefe alanında insanı olgulardan, gerçek dünyadan kopardığı için ne kadar zararlıysa, kuru bir akıl yürütmeyle açıklanması imkânsız sanat ve edebiyat işlerinde aksine bir o kadar yararlı, hatta zorunludur. O yüzden sanat tarihçisi Gombrich’in sanat ve sanatçı için söylediğini gönül rahatlığıyla edebiyat için söyleyebilirim:

Bence büyük harfle yazılan “Edebiyat” diye bir şey yoktur, sadece yazarlar vardır.

Yazarın yazdığı şeylerin hepsine birden edebiyat deriz, yoksa yazar “edebi metinler yazan kişi” değildir. Mesela “Rus edebiyatı” diye bir şeyden söz ederiz; oysa bu aslında tüm kavramlar gibi uydurmadır, meramımızı kolay yoldan anlatma işine yarar yalnızca. Aslında var olan Puşkin, Dostoyevski, Gogol gibi bazı yazarlardır, onlar Rusça bir şeyler yazar, hepsi budur. Buradan, hayattaki pek çok acımasız gerçekten biri olan şu sonuç çıkıyor: Edebiyat, doğanın yetenek bahşettiği bir avuç insanın harcıdır.

 (2-2) Özgür irade diye bir şey yoktur, herkes her şeyi mecburen yapar.

İster bir fizikçinin gözüyle evrenin işleyişini ele alalım, isterse soğukkanlı ve akılcı bir tarihçi gibi tarihi ya da gerçekçi bir edebiyat meraklısı olarak yazarların hayatlarını dikkatle inceleyelim; araştırmamızın sonunda irade özgürlüğü diye bir şeyin olmadığını fark ettiğimizde, tüm insanlar gibi “yazar” dediğimiz kişinin de kendi isteğiyle değil, mecburen kendisi, yani yazar olduğunu anlarız. Hatta yazar, sadece yazar olmaya mecbur değil, yazdığı her şeye, ilk kelimesinden son kelimesine kadar mecburdur. Tolstoy, doğarken beraberinde getirdiği zihinsel, biyolojik ve diğer özellikler, içinde yaşadığı tarihi, siyasi, ekonomik, sosyal koşullar, aldığı eğitim, sahip olduğu statü, en küçük detaylara varıncaya kadar tüm hayat tecrübesi, mesela 16 Mayıs 1846 Cumartesi günü rüyasında, Paris büyükelçisiyken Çar yönetimini Napolyon’un güvenilmezliği konusunda uyaracak kadar basiretli bir diplomat olan general akrabası Pyotr Aleksandrovich Tolstoy’u görmesi ve giderek kâbusa düşen bu rüyada iki yıl önce ölmüş olan bu akrabasıyla aralarında tatsız bir konuşma geçmesinin de etkisiyle sabah baş ağrısıyla uyandığı için üst üste üç fincan kahve içmesi gibi sayısız etmen dolayısıyla 1863 ile 1869 yılları arasında elimizin altındaki o kalın Savaş ve Barış’ı son kelimesine kadar, tüm ayrıntılarıyla yazmak zorundaydı ve yazdı. Benzer karmaşıklıktaki sayısız sebeple, 2016-2021 yılları arasında 537 sayfadan oluşan Veba Geceleri’ni yazmak zorunda olan ve yazan Orhan Pamuk için de aynı durum geçerli. Fakat mesele sadece yazarları ilgilendirmiyor. Herkes her şeyi kaçınılmaz olarak, mecburen yapar. Mesela II. Abdülhamit, marangozluğu özgür bir tercihle hobi olarak “seçmiş” gibi görünse de aslında o zamana kadar kendisini şekillendiren tüm koşulların kaçınılmaz sonucu olarak 1901 yılında (ne tesadüf, bu tarih aynı zamanda II. Abdülhamit’ten sık sık bahsedilen Veba Geceleri romanının geçtiği yıldır) gül ağacından mamul, sedef ve fildişiyle bezeli, 130 x 236 x 43.5 cm ebadındaki o harika dolabı mecburen yapmış olduğu gibi ben de “Orhan Pamuk, Ben ve Veba Geceleri” başlıklı bu yazıyı 2022 yılında (mesleki olarak değil, nedensellik yasaları gereğince) mecburen yazıyorum. Bugün (2 Eylül 2022) evime gelen mobilya montajcısının arkadaşlarıyla motosikletle Uludağ’a kampa gidişinin başka bir zamana değil de geçen hafta sonuna denk gelmiş olması da kaçınılmazdı. Çok daha yeni, bugün, 3 Eylül 2022 günü (“bugün”ün anlamının her gün değişmesi, bana çok makul gelen ama bir türlü alışamadığım şeylerden biridir) vuku bulmuş ve son bir örnek daha vereyim: Akşamüstü oyun yazarı olan bir arkadaşım aradı ve pek çok şeyi konuştuktan bana gönderdiği oyunu okuyup okumadığımı sordu. “Şu yazıyı bitirdikten sonra okuyacağım,” dedim, “rahat kafayla okumak istiyorum.” Gerçekten bu konuda kararım kesindi. Sonra bu yazıya çalışmak üzere evimden çıkıp belirli bir kafeye gitmeye karar verdim. Gideceğim kafeye yakın bir yere arabamı park ettikten sonra, fikrimi biraz değiştirdim (“gideceğim kafede espresso bazlı kahve yok, önce şu ünlü kahve zincirinden bir kahve alayım, ne de olsa çalışacağım kafenin sahibiyle tanışıklığımız var, elimde dışarıdan alınmış kahveyle gitsem bir şey demez, hem iki adım da olsa yürümüş olurum, zihnim açılır”). Karton bardakta kahvemi alıp o kafeye gittim. Her zaman anlayışlı, esprili ve güleryüzlü olan kafenin sahibi bugün kuralcı, ciddi ve titizdi: Masanın üzerine koyduğum bardağın dolu olduğunu anlayınca bardağı aldı ve sanki yasadışı bir madde, mesela Hollanda’dan ithal edilmiş esrarlı bir kekmiş gibi telaşla peçeteliği siper ederek diğer müşterilerin göremeyeceği şekilde bir yere koydu. Normalde dışarıdan içecek getirilmediğini, bardağı kimseye göstermemem gerektiğini, üstelik onların mekânında dünya kahvelerinin her türlüsünün bulunduğunu söyledi. Peki, dedim. Artık planım değişmişti. Çayımı içip kalktım ve bir yudum dahi olmadığım kahvemi arabamda içmeye karar verdim. Biraz yürüyünce karşıma boş, karanlıkta kalmış bir kamelya çıktı. Burası yasadışı bir kahve içmek için biçilmiş kaftandı. Oturdum. Karşımdaki manzara güzeldi: Arka planda parkın ağaçlarının alacakaranlıkta kalan pitoresk görüntüsü, sokak lambalarının yaydığı sarı ışıklar, birkaç dakikada bir önümden ellerinde torbalar, telefonlar ya da kahve bardaklarıyla yürüyerek geçen kadınlar, erkekler; yakın planda zafer işareti yapan bir insanın kaldırdığı iki parmağa benzeyen, V şeklinde iki palmiye ağacının gövdesi, bir de kamelyanın üstüne yapıştırılmış kâğıttaki not: “ŞEHİR TİYATROLARI PERSONELİNE AİTTİR”. Yeniden keyfim yerine gelmişti. Bazı çağrışımlar devreye girmiş olmalıydı. Kahvemi içerken telefonumu kurcalamak yerine akşamüstü konuştuğum arkadaşımın iki oyunundan kısa olanını okuyarak oyalanmaya karar verdim birden: “FATİH GÜMÜŞGÖZ. WITTGENSTEIN’IN SİNEĞİ. SAHNE I…” Okuyup bitirdim. Oyun Beckett’ı hatırlatacak kadar zekiceydi! İyice neşelenmiştim. O an dikkatimi çekti: Bu oyunu kesinlikle bugün okumayı planlamıyordum, hele de daha önce oturmadığım, varlığından bile haberdar olmadığım bir kamelyada! En önemli olaydan en önemsizine kadar her zaman tesadüf dediğimiz birtakım olgular art arda geliyor, sonucu kaçınılmaz şekilde belirliyordu. Tolstoy Savaş ve Barış’ını, Pamuk Veba Geceleri’ni, ben de bu mütevazı yazımın bu paragrafını aynen şimdi okuduğunuz gibi, noktası ve virgülüne kadar böyle yazmak zorundaydık; II. Abdülhamit o harika dolabı en küçük süslemesine kadar öyle yapmak zorundaydı; dün (“dün” de “bugün” gibidir, aslında tüm kelimeler gibi güvenilmez ve kaypaktır) evime gelen mobilya montajcısı da Uludağ kampına geçen hafta sonu gitmek zorundaydı; ben de daha bir saat öncesine kadar kesin olan çalışma programımı bozarak arkadaşımın kısa oyununu, bu yazıyı bitireceğim önümüzdeki hafta değil, bugün akşam, tam olarak bir saat önce okumak zorundaydım. Saymakla bitmez gelişmeler, durumlar, düşünceler, duygular, karşılaşmalar her şeyi belirliyordu. Özgür irade diye bir şey yoktu.

Hayatta karşılaştığımız, tanık olduğumuz ya da işittiğimiz olguların bazılarını sıradan, bazılarını ilginç buluruz; oysa hepsinin yapısı aynıdır. Bazı olguları diğerlerine göre daha şaşırtıcı, tesadüfî, hatta bazen mucizevî bulmamız, onların arka planındaki sayısız ayrıntı hakkında yeterince bilgimiz olmamasından kaynaklanır.

Bazılarımızın her zaman, bazılarımızın kimi zaman özgür iradeye inanmamızın arkasında ise en az dört sebep vardır: 1- Yaşadığımız, yaptığımızı sandığımız şeylerle ilgili o kadar az şey biliriz ki, gerek başkalarının gerekse kendimizin “tercih”leri, “karar”ları olduğunu sanırız. (Mesela bir romancı “şu konuda bir roman yazmaya karar verdim,” demekten hoşlanır; ben de az önce bu “karar verdim” ifadesini alışkanlıkla kullanmış olabilirim, oysa romancı romanın içeriğinin zihninde nasıl oluştuğunu dikkatle incelese aynı şeyi söylemekte zorlanır, ben de aynı şeyi kendi davranışım açısından incelesem o ifadeyi rahatça kullanamam.) 2- İnsan zihni çok tembeldir, mesele bizzat kendisiyle ilgili olsa bile davranışlarımızın arkasında yatan nedenler gibi aşırı karmaşık konulara kafa yormak yerine iradenin özgürlüğüne inanarak işi kolay yoldan halleder. (Zaten insanı diğer hayvanlardan ayıran asıl özellik, kendini kandırma yeteneğidir.) 3- İnsanın belirsizliğe tahammülü çok azdır. Hepimiz kendi irade gücümüze inanarak, bir şeyleri değiştirebileceğimizi düşünür, öyle teselli oluruz. (“İsteyen başarır”, “Güç içimizde” gibi kişisel gelişim sloganları bununla bağlantılıdır.) 4- Toplumsal düzeni korumak, adaleti sağlamak gibi naif niyetlerle birilerini sorumlu tutmak, mahkûm etmek için özgür irade masalına ihtiyacımız vardır. (Aksi halde “isteyerek yaptı, yapmasaydı, başına bunlar gelmezdi,” gibi iç rahatlatıcı şeyler söyleyemeyiz.)

Bütün bunların kulağa biraz tuhaf gelebileceğinin farkındayım ama somut olgular ve nedensellik meselesi İskoç filozof David Hume’dan beri çoğu zaman tuhaftır.

Yazının bu aşamasında artık bunların “Orhan Pamuk, ben ve Veba Geceleri”yle ne ilgisi olduğunun anlaşıldığından eminim: Her insan, her eser, her şey kendisi olmaya mahkûmdur. O halde? O halde hem başkalarına, hem kendimize, hem de başka şeylere karşı biraz daha hoşgörülü olabiliriz. Bu bir tavsiye, telkin filan değil –Tanrı tavsiye vermekten ve almaktan herkesi korusun– sadece sanat işleriyle meşgul olmaktan hoşlananlarımızın gelecekteki muhtemel durumuna ilişkin küçük bir tespit: Şartları kendisini daha hoşgörülü olmaya zorlayanlar zaten öyle olacaktır. Tabii hoşgörülü olmamız gerçekçi olmamıza, gerçeği keşfetmek imkânsız olsa da ona biraz daha yaklaşmamıza engel değil. Bu gerçek ister evrenin muazzam serüvenine ilişkin olsun, isterse kendi küçük dünyamıza.

(3) Orhan Pamuk ve Ben

Orhan Pamuk’un adını lisede duymuş ama onu hiç okumamıştım. Pamuk’tan bilmem ne ödülü, politik görüşü gibi yüzeysel ve sıkıcı bağlamlarda bahsedildiğini hayal meyal hatırlıyorum.

Üniversite birinci sınıfta, on sekiz yaşımdayken Şişli’deki büyük bir kitapçıdan Orhan Pamuk’un Öteki Renkler adlı kitabını aldım. Kitap tesadüfen karşıma çıkmıştı. Ben de manavdan taze, lezzetli bir meyve seçer gibi kitabı evirip çevirmiş, içinden birkaç cümle okuyarak tadına bakmış ve öyle almıştım. İletişim’den çıkan, koyu renk sayfaları olan, kapağında eski bir pasaportla yarısı görünen iki kitabın, yazarın yarısı içilmiş kahve fincanının, kurşun kalemleriyle kapağı açık dolma kaleminin, mürekkep şişesinin, masa lambası ayağının, gözlüğünün, saatinin, dağınık notlarının ve bir kısmı üzerine dökülmüş sıvı yüzünden okunmaz hale gelmiş düzgün bir elyazısıyla yazılmış defterinin olduğu çalışma masasının fotoğrafı olan bir kitaptı bu. Kapaktaki fotoğraf benim için güçlü bir imajdı: Ortaokulda ve lisede günlük tutmuş, hatta lise son sınıfta ikinci dönemin başından itibaren ÖSS’ye çalışma bahanesiyle okula gitmeyerek elde ettiğim boş zamanda ÖSS’ye çalışmayı da tamamen bıraktığım için bir Osmanlı tarihi kitabı yazmaya girişmiştim ama günün birinde hikâye, roman gibi kurgusal şeyler yazmayı ciddi şekilde hiç hayal etmemiştim. Gerçi o zamanlarda ve sonrasında hiç yazı yazmıyor değildim, ama bunlar daha çok gezi yazılarıydı. (Öteki Renkler’i alıp okuduğum sene, bunlardan ilkini, Radikal İki’de yayımlamıştım.) Yine de on sekiz yaşında, Öteki Renkler’in kapağının bende güçlü bir etki uyandırması, şimdi düşünüyorum da, bilinçaltımda bir kurgu yazarının yaşamasından kaynaklanıyor olmalı.

Sonra kapağındaki fotoğrafla içeriği çok uyumlu olan bu kitabı okudum. Tarihte kitap okuyarak insan hayatının değiştiği görülmemiştir. Benim hayatım da değişmedi. (Yazarın Yeni Hayat romanının ilk cümlesi, “Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti”, bence şefkatli, muzip ve sevimli bir şakadır. İnsana Don Kişot’un tatlı dalgınlığını hatırlatır.) Ama kitabı çok sevdim. Öteki Renkler, daha önce okuduğum hiçbir kitaba benzemiyordu!

Bir kere Orhan Pamuk’un eski ya da yeni, hiçbir dil takıntısı yoktu; yaşayan Türkçeyle yazıyordu. İkincisi, daha önce edebiyattan ve kendi hayatından bu kadar tutkuyla bahseden birini okumamıştım: Pamuk, Batılılara has açık sözlülüğü ve özgüveni sayesinde başka birinin hayatından bahsedercesine kendi hayatından, kendi deneyimlerinden ve gözlemlerinden rahatça, utanmadan, ayrıntılı ve komplekssiz bir şekilde bahsedebiliyordu. Olabildiğince açık ve dürüst; yalan söylemeye ihtiyaç duymayacak kadar akıllı ve özgür görünüyordu. Dahası tam bir kronik edebiyat hastasıydı. (Kitabın daha başında “Edebiyata bağımlılığım da beni bu anlamda ‘yarı ölü’ durumuna getirmiştir … Kaşıkla ya da iğneyle alınan ilaç gibi her gün ‘almam’ gereken edebiyatın, esrarkeşlerde olduğu gibi bazı nitelikleri ve anlamlı bir ‘dozu’ var. Öncelikle ‘mal’ iyi olmalı…” filan diyordu.) Pamuk’un açık sözlülüğü edebiyat düşkünlüğüyle birleşince ortaya samimi ve harika bir edebiyat sohbeti çıkıyordu. Üçüncü bir şey, Pamuk yine benzer bir açık sözlülük ve özgüvenle, politik ya da toplumsal yönü olan durumları çekinmeden tasvir edebiliyor, bu tür sıfatları özgürce kullanabiliyordu: Lafı dolandırmadan İslamcı birine İslamcı, Kürt birine Kürt, dindar birine dindar, yoksul birine yoksul, Marksist birine Marksist deyip geçiyor; “muhafazakâr”, “güneydoğulu”, “mütedeyyin”, “dini değerlere saygılı”, “dar gelirli”, “gelişmekte olan” gibi kaçamak ifadeleri kullanmaya tenezzül etmiyordu. Ayrıca Öteki Renkler’in yazarı o zamana kadar okuduğum yazarlardan çok daha kültürlüydü (henüz Tanpınar’ın Edebiyat Üzerine Makaleler’ini okumamıştım). Üstelik kültürel merakının ve zevklerinin Batı dünyasıyla sınırlı olmadığı, dünyanın her tarafındaki kültür birikimine pasaport sormaksızın doğal bir ilgi duyduğu her halinden belliydi. Ve en önemlisi, bu adam çok zekiydi ve zekâsı uygarlığın seçkin eserleriyle beslenmiş, işlenmiş, sofistike bir zekâydı: Anlatımındaki bütünlük, cümlelerinin art arda geliş şekli, her bir cümlesinin kendi içindeki dengesi ve derinliği, çoğu zaman aynı anda hem akıcı hem şaşırtıcı olmayı başarabilmesi, çoğu İslamcı yazarın aksine sahip olduğu zengin kültür sayesinde basit dil oyunlarına muhtaç olmadan anlatmak istediğini hem yoğun ve anlaşılır bir şekilde hem de zevkle anlatışı, sosyalizm, milliyetçilik, feminizm, İslamcılık, Kemalizm gibi siyasi angajmanlardan başka ayırt edici yönü az olan pek çok yazarın aksine edebiyata sızmış klişelerden, toplumsal önyargılardan ve yüzeysel ya da duygusal siyasi tavırlardan uzak duruşu, bir şeyi anlatırken ansiklopedik, görünüşte tarafsız, renksiz, risksiz ve sığ düşünceleri yüzüncü defa tekrarlamak yerine bahsettiği konuyla ilgili bizzat kendi tecrübesini olduğu gibi anlatması ve bu sayede kaçınılmaz olarak özgün şeyler söylemesi, yazdıklarında genel olarak aklın duyguya baskın olması, dünyaya genel bakışındaki gerçekçilik, insan doğasının çelişkilerini tanıması ve bu yüzden de genellikle hoşgörülü bir tavır sergilemesi ve önemli bir başka şey: Çoğu yazarın aksine, kendi dünya görüşünün haklılığından zaman zaman kuşku duyabilmesi, bazen de yoğun bir suçluluk duygusu hissetmesi… Evet, bunlar yazarın büyüklüğünün ve zekâsının bazı alametleriydi.

Öteki Renkler’le ilgili daha şimdiden pek çok söz söylememe rağmen kitabın bana verdiği hazzı, onu kitapçıdan alışımı anlatırken yararlandığım türden bir benzetmeyi kullanarak özetlemek zorundayım: Öteki Renkler’i okumak, mesleğine âşık bir baristanın özenle hazırladığı, doğal, taze çekirdeklerden yeni çekilmiş, kokusu insanın zekâsını uyandıracak kadar güzel, lezzeti insana yaşama sevinci verecek yoğun, sıcak, kıvamlı, buğusu üzerinde nefis bir kahveyi ağır ağır yudumlamaya benzer.

Öteki Renkler’den sonra İstanbul: Hatıralar ve Şehir kitabını da okudum. Öteki Renkler’den daha canlı olan bu kitapta resmetmek ile yazmak çok daha iç içe geçiyor, o kadar ki kitabın sonunda ressam tamamen yazara dönüşüyordu. Kendisinin söylediğinin aksine bu bir karar değil, bence kuşkusuz bir zorunluluktu. Ressam dediğin, çocuk olduğunun farkında olmayan bir çocuktu. Yazar ise çocuk olduğunun tamamen farkına vardığı halde büyümek de istemeyen bir çocuktu. “Herkes her şeyi mecburen yapar” demiştim: Pamuk da o güne kadar sahip olduğu tüm özellikler dolayısıyla yazar olmak durumundaydı. “‘Edebiyat’ diye bir şey yoktur, sadece yazarlar vardır” demiştim bir de: İşte artık “yazar” olan, dolayısıyla “edebi şeyler yazan” biri değil, kendi edebiyatını yaratan biri haline dönüşen Pamuk, İstanbul’da çok daha büyük işler başarmış, çok daha fazla kendisi olmuştu. O kitapta anlattıklarıyla, karşısına pek çok kişiyi, hatta kendini ve ailesini dahi alabilecek kadar cesur; içinde yaşadığı şehrin birkaç yüzyıllık hikâyesine karşı içten bir şefkat ve sevgiyle doluydu: İstanbul’un ruhunu, kendinden önce İstanbul’u anlatan yazarların ruhunu ve sonunda bizzat kendi ruhunu yakalamıştı! Bunlar ancak edebi zekâyı zengin bir kültürle ve yine dâhilere özgü edebi dürüstlükle birleştirebilen biri yazarın harcı olabilirdi.

Bunun gibi özellikleri sayesinde Orhan Pamuk’u sevmiştim. Fakat kişisel bir sebebim daha vardı: Onun söylediklerini ve hissettiklerini çok iyi anlıyordum, çünkü hayata ve sanata bakışımız çok benziyordu!

Orhan Pamuk, hayata ve edebiyata bir çocuk gibi bakıyordu: “Büyük”lerin ön kabullerinden, yüzeyselliğinden, bıkkınlığından, ikiyüzlülüğünden uzaktı. Her şeyi ilk defa görüyormuşçasına heyecan duyuyor, yeni, yaratıcı her şeye karşı her zaman samimi bir merak besliyordu. Bazen kararsız ve maymun iştahlıydı, ama her zaman oyun oynamaya aşırı düşkündü. Hayatın olağan akışından, sorumluluklarından, toplumsal rolünü oynamak zorunda kalmaktan kimi zaman o kadar sıkılıyordu ki, “büyük”ler sohbet ederken tek çareyi bir şeylerle oyalanmakta buluyor, oyalanacak bir şey bulamazsa uyuyakalıyor ya da oradan kaçabilecek durumdaysa kaçıyordu. Sevdiği, zevk aldığı şeylere karşı ısrarcıydı. Aklına geleni ne kadar tuhaf olursa olsun kolayca söyleyiveriyordu. Kınanma, utanma, çekinme, çocuksu bulunma gibi endişeleri vardı kuşkusuz; ama pek azdı. “Büyük”lerin önemsemediği, fark etseler bile gülüp geçtiği küçük şeylere, hazlara, eşyalara, tavırlara, bunlar arasındaki gizli bağlantılara, hayatın hesaba gelmez ayrıntılarına ve esrarına karşı doğal bir düşkünlüğü vardı. Hayatı genellikle sıkıcı bulduğu için edebiyatı seçmişti. Vatanı, İslam âlemini, işçi sınıfını, dünyayı, insanlığı kurtarmak gibi “büyük” amaçları yoktu. Edebiyat onun için ağzına kadar rengârenk, çeşit çeşit oyuncaklarla dolu kocaman bir odaydı. Onun için bu oyuncaklarla aylarca yıllarca oynamaktan, onları bozup yeniden birleştirerek yeni oyuncaklar yapmaktan, ömrünü bunlarla geçirmekten daha büyük zevk yoktu. O odaya girdiğinde dışarıda kalan kasvetli dünyayı unutuyordu.

Öteki Renkler’in önsözünden “A, evet, tam da beni tarif ediyor!” diyeceğim beş on cümle aktararak bu benzerlik bahsini kapatacağım:

“Mutlu olabilmem için her gün bir miktar edebiyatla ilgilenmem gerekiyor… Hani her gün bir ilaçtan bir kaşık alması gereken hastalar vardır… “[okuduğu kitabın] yazarının ölü olmasını da tercih ederim. Anlıyorsunuz değil mi, küçük bir kıskançlığın gölgesi, içten gelen hayranlığımın tadını kaçırmasın diye…[edebi kıskançlık iyidir!] “Benim gibilerinin durumunda, en iyi tedavi, en büyük mutluluk kaynağı, her gün iyi bir yarım sayfa yazmaktır… “Hakiki edebiyat bağımlısı, yazdığı kitapların güzelliği, başarısı ya da sayısıyla mutlu olacak kadar yüzeysel biri değildir. [Burası oyalanmanın erdemiyle ilgili can alıcı bir yer:] O edebiyatı hayatını kurtarmak için değil, yaşamakta olduğu günü kurtarmak için ister yalnızca… “O gün iyi yazamamışsam ve bir teselli olacak iyi bir kitabın içinde kendimi kaybedememişsem neler hissettiğimi anlatayım. Kısa bir sürede dünya gözümde çekilmez, berbat bir yer olur; beni tanıyanlar benim de o dünyaya benzediğimi hemen anlarlar. Yaşamak da yaşamamak da bir diye düşünürüm… “Buna benzer bir ruh hali aslında her gün öğleden sonra saat bir ile üç arasında ruhuma biraz siner, ama yazıyı, kitapları bir ilaç gibi kullanmayı iyi öğrenmişimdir, cesedimin içine büsbütün dönmeden durumumu kurtarırım… “Hayat sizi edebiyatın tesellisinden uzaklaştıracak cezalarla doludur... okulda koridorda arkadaşlarla çene çalmak, akrabalarla bir bayram günü toplanıp yemek yemek, kafası bambaşka âlemlerle ve televizyondaki o bilmemneyle dolu beyefendiyle zoraki sohbet… Birden gözlerim ağırlaşır, günün ortasında uykum gelir. Odama dönüp tek başıma kalmanın imkânsızlığı yüzünden…”

Evet, Orhan Pamuk’un zihniyle benim zihnimin ortak yönleri çok fazla. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki pek çok yazarı okudum ve tanıdım, ama hiçbirini onun kadar kendime yakın hissetmedim: Sanırım bizim gibiler ve biz, günlük hayatta kendine ya da başkalarına hiçbir görünür faydası olmayan, bir hayalet gibi çoğu zaman insan yalnızken ortaya çıkan, o soyut zevklere hastalık derecesinde düşkün insanlarız. Mutlaka bir şeye boyun eğeceksek eğer, “yalnız sanata ibadet eder ve yalnız sanattan yardım dileriz.” Başka şeylerin değil, oyalanmanın erdemine inanırız. Ve hayatı, her şeyi günün birinde bir yazıya girme ihtimali dışında neredeyse tamamen anlamsız görürüz.

Kuşkusuz Orhan Pamuk’la farklı özelliklerimiz de var. Ancak yazının açılış kısmında söylediğim gibi, “belki de günün birinde hakkında ayrı bir kitap yazacağım pek çok konu” gibi farklı özellikler konusunu da şimdilik sadece hayalî olan o kitaba bırakıyorum. Tabii o farklı özelliklerden biri hariç: Veba Geceleri’ni beğenip beğenmeme meselesi. Pamuk, Veba Geceleri’nin son halini aldığını ve yeterince iyi olduğunu düşünüyor olmalı ki yayımlamış. Ben neden farklı kanaatte olduğuma iki başlık aşağıda kısaca değineceğim.

(4) Orhan Pamuk’la Ayaküstü Sohbet

Gelecekteki hayalî Orhan Pamuk kitabıma bırakmayacağım işlerden biri de yazarla tanışmamızın hikâyesini anlatmak:

Birkaç sene önce, bir arkadaşımla Galatasaray Lisesi’nin önünde buluştuk ve yapacak daha önemli bir işimiz olmadığından Yapı Kredi’nin hemen karşıdaki kültür sanat merkezindeki “Orhan Pamuk – Balkon / Fotoğraflar” sergisini gezmeye karar verdik. Sergideki fotoğraflar oldukça mütevazıydı, fotoğraflardaki İstanbul puslu ve soğuktu. Fotoğraf sanatçısı, “Bu manzarada benim ruhsal durumumu yansıtan ve tarifi zor derin duygularımı gözler önüne seren bir şeyler var” demekte belki de haklıydı, çünkü fotoğrafların yansıttığı manzara sanki sırlarını bize ya da başkalarına değil, sadece Orhan Pamuk’a fısıldamış gibiydi. Sergiden çıkacakken içeri biri kadın, biri erkek iki yaşlı yabancı turisti andıran orta boylu iki kişi ile uzun boylu, pardesülü, başında spor tarzda, uzun siperlikli şapkası olan bir adamdan oluşan üç kişilik bir grup girdi. Aralarında İngilizce konuşuyorlardı. Uzun boylu adam, hareketli jestlerle, diğer ikisine sergideki fotoğraflarla ilgili bir şeyler anlatıyor gibiydi. Arkadaşıma, sence şu uzun boylu adam Orhan Pamuk’a benzemiyor mu, diye sordum. Bilmem ki, dedi şöyle bir bakarak. Olabilir ama… Sanmıyorum. Başını tekrar karşısındaki fotoğrafa çeviren ve manzarayı anlamaya çalıştığını belli edecek kadar dikkatle bakan arkadaşıma, bence kesin o, dedim. En iyisi gidip tanışayım.

Orhan Bey merhabalar, dedim, bir dakikanızı alabilir miyim? Evet, bu Orhan Pamuk’tu, gruptaki arkadaşlarından izin isteyerek yanıma yaklaştı.

Merhaba, dedi. Elbette.

Kendisinin tüm kitaplarını okuduğumdan ve bir hayranı olduğumdan bahsettim. Neşeyle teşekkür etti.

Orhan Bey, ben de bir yazarım, dedim gülümseyerek, hatta şöyle ifade etmem daha doğru olur: Ben sizin kitaplarınızda söz ettiğiniz öfkeli genç yazarın ta kendisiyim!

Kocaman bir kahkaha attı, gülüştük.

Çok memnun oldum, dedi gülerek, Kara Kitap’takini söylüyorsunuz değil mi?

Evet, dedim neşeyle (İnsan esprisini anlayan biriyle karşılaşınca mutlu oluyor) ve biraz tereddütle (Öteki Renkler’de değil miydi, diye sormadım artık).

Peki, dedi dikkatle, ne yazıyorsunuz?

Öykülerimden, romanımdan, o sırada henüz yayımlanmamış olan ilk öykü kitabım Şapkamın İçindeki Kıraathane’den bahsettim. (Bu kitabın kendi sesiyle konuştuğu birkaç satır ile bu kitapla ilgili Orhan Pamuk’la kısa sohbetimizden ilhamla yazdığım birkaç cümle, ikinci öykü kitabım Dipsiz Göl’deki “Ulysses ya da Bir Kritiğin Muhtemel Hikâyesi”nin içindedir.) Bu vesileyle Can Yayınları’nın kulağını da çınlattık, bir şeyler daha konuştuktan sonra ayrıldık. Orhan Bey, salonun kapısına yakın bir yerde kendisini bekleyen arkadaşlarının yanına döndü, ben de arkadaşımla beraber sergideki fotoğrafların, sadece fotoğrafları çeken ve az önce sohbet ettiğim kişiye görünen esrarını anlamaya çalışma mesaimize kaldığımız yerden devam ettim.

Orhan Pamuk tam da yazdığı kitaplardaki anlatıcılar gibiydi: canlı, hareketli,  ayrıntıcı… Gözlerinde neşeli bir zekânın tüm ışıltısı vardı. İlk defa gerçek anlamda bir dâhiyle tanışıp sohbet ettiğimi düşündüm.

(5) İlk Kez Orhan Pamuk Hakkında Yazmak

Hayat anlayışıma ve sanata bakışıma bu kadar yakın bir yazar hakkında daha önce yazı yazmamış olmam bazen bana da tuhaf geliyor. Ama sonra biraz düşününce bunun da kaçınılmaz olduğunu anlıyorum.

Edebiyat eleştirmeni Harold Bloom, esasen şiiri merkez alan Etkilenme Endişesi kitabında edebiyatın ve sanatın geneli için geçerli olacak önemli şeyler söyler. Bloom’un Shakespeare’in Marlowe’la ilişkisinden hareketle söylediklerinin en önemlisi şudur: Gerçek sanatçıyı yaratan, yaratıcı kıskançlıktır; dolayısıyla büyük bir sanat eseri başarılmış bir endişedir; yani sanatçı, ancak kendine rakip bellediği büyük sanatçıyı aşmaya çalışarak özgürleşir.

Ortada büyük bir sanatçı olmayabilir. Ortada onu rakip belleyen gerçek bir sanatçı olmayabilir. Ortada büyük bir sanat eseri de olmayabilir. Ama Orhan Pamuk hakkında özgürce yazı yazmam için önce bir şeyler yaratmam gerekiyordu. Gezdiğim yerleri anlattığım ilk edebi kitabımı ve denemelerden oluşan bir diğer kitabı yayımladıktan sonra üç yüz elli sayfasını yayımladığım beş yüz sayfa kadar tutan hikâyeler yazmam, on beş sene önce yazmaya başladığım ilk romanımı tamamlamam, bazı denemeler yazıp birkaç şiir çevirmem, bin küsur sayfayı arkamda bırakıp kendimi görmem, edebi kimliğimi tanımam, neyi yapabileceğimi ve neyi yapamayacağımı biraz olsun anlamam ve şimdi anlatması uzun sürecek başka pek çok şey gerekiyordu. “Orhan Pamuk ve Ben” hakkında yazmak için bugüne kadar beklememin arkasında bunlar var. Peki, Veba Geceleri hakkında? Edebiyatın değil, yazarın varlığına inandığımı söylemiştim; o yüzden Orhan Pamuk’tan bahsetmeden o romandan veya yazarın diğer herhangi bir kitabından bahsetme ihtimalim yoktu.

(6) Orhan Pamuk’un Yazarlığı, Öteki Kitapları ve Veba Geceleri

(6-1) Pamuk öncelikle bir romancı değil, yazardır.

Orhan Pamuk’un roman sanatını ve romanlarını hayatının merkezine yerleştirdiğini herkes bilir. Ama onun aynı zamanda, hatta romanın da ötesinde, aslında “kitap” denen, “yazı” denen, daha genel, tüm edebiyatı kuşatan eseri ve sanatı çok önemsediğini düşünürüm. Mesela Öteki Renkler hakkında “bu kitabın sürekli yaşamasını”, “kendi ayakları üzerinde yürümesi”ni istediğini söylüyordu Pamuk; sanki hem sevinç hem hüzün hissederek “bir gün kendinden kopup ayrılacak pek çok başka kitabı içinde barındırdığını”, hayalî kitapların isimlerini de vererek söylerken yayımlanmış ve yayımlanmamış bütün “kitap”larını adeta vücudunun doğal uzantıları olarak gördüğünü hissettiriyordu. Başka pek çok yazısında şu ismi taşıyan, şöyle bir kitabım olsun, dediğini de hatırlıyorum. (Mesela Resimli İstanbul’a yazdığı sonsözde “Evet şehrin uçaktan çekilmiş bu eski fotoğraflarını daha önceden bulsaydım, Yukarıdan İstanbul diye bir kitap hazırlardım!” diyordu.) Yine, İstanbul kitabının ve ilk gençliğinin sonunda “romancı olacağım ben,” diyebileceği halde, “yazar olacağım ben,” diyor; Manzaradan Parçalar kitabında da hayatının merkezini, anlamını ortaya koyarken, romandan değil, “yazı”dan bahsediyordu: “Benim için mutlu bir gün, bir sayfa iyi yazı yazdığım sıradan bir gündür. Yazının dışındaki hayat eksik, kusurlu, anlamsızmış gibi gelir bana.” Demek istediğim, onun için bence önce edebiyat, sonra roman vardı. Roman sonuçta yazının bir şekli, belki içinde yaşadığı çağa uygun olan bir tarzıydı. Orhan Pamuk bir “romancı”dan çok daha öncelikle bir “yazar”dı.

“Pamuk önce yazar, sonra romancıdır” demek, onun romanları romana benzemiyor demek değil. Aksine o romanlar olgun, hatta bir kısmı edebiyat harikası olan birer roman. (Belki de bazıları gereğinden fazla romana benziyordu; onlarda düşünceli romancı, saf romancıyı büyük ölçüde ele geçirdiği için ortaya birer mühendislik harikası çıkmıştı). Üstelik Pamuk’u dikkatle okuyan herkes, onun, romanlarına, hikâyelerine düzyazılar, düzyazılarına da hikâyeler yerleştirmeden edemeyen bir adam olduğunu hemen fark eder.

Ortada büyük bir yazar varsa, edebi türlerin özel bir anlamı yoktur. Edebiyat-yazar ilişkisinde vurguladığım doğrultuda asıl mesele şu: Her büyük yazar, yazdığı türü yeniden icat eden, onu yeni baştan şekillendiren, yaratan kişidir. Aslında Orhan Pamuk “roman yazan kişi” değildir. (Onu ayırt eden şey bu değildir.) Hayır, o “yazı” yazıyor; böylece yazıyı ve romanı yeniden icat ediyor ve biz onlara, yazdığı her şeye, hepsine birden “edebiyat” diyoruz.

(6-2) Öteki kitaplarındaki güzellikler

Orhan Pamuk’un büyük bir yazar olduğunu on sekiz yaşımda Öteki Renkler’i okuyunca sezdiğimi anlatmıştım. Demek ki, diye düşünmüştüm o zaman, Pamuk’un öteki kitapları da okunmaya değerdi. Böylece, üniversitede, o yaşa gelinceye kadar neredeyse hiçbir şey bilmediğimi fark etmemin öfkesi ve telaşıyla Bilgi Üniversitesi’nin Dolapdere’deki kütüphanesinden ödünç alarak okuduğum pek çok kitap gibi Orhan Pamuk’un bazı romanlarını da yutarcasına, hazmetmeden okudum. Derken 2008’de, artık gediklisi olduğum hukuk fakültesinde üçüncü sınıfa geçtiğim sıralarda Masumiyet Müzesi yayımlandı. Bu kez yeni kitabı daha dikkatli, büyük bir zevkle ve iştahla, derinden etkilenerek okudum. Kanaatim şuydu: Bu kitap, yazarın açık ara en iyi romanıydı! O zamanlardaki ilk okuyuşumda, Masumiyet Müzesi’nde artık Orhan Pamuk’un eşyanın, zamanın ve mekânın sırrını tamamen kavradığını, başta Aristo olmak üzere rafine felsefeden nasibini aldığını ve bundan ustaca yararlandığını, kendi icat ettiği zaman makinesiyle kendi gençliğine gerçekçi ve müthiş kârlı bir yolculuk yapmayı başardığını, üstelik oradan eli boş dönmediğini, aksine, oradan getirdiği hayatın o saymaya gelmez ayrıntılarıyla, o insanlar, eşyalar, düşünceler, imgeler, hayaller ve duygularla dolu, eksiksiz, fazlasız, dengeli, yani kusursuz ve zengin bir hikâye âlemi yaratmayı başardığını sezmiş; ama yine de olan bitene tam hâkim olamamıştım. Hâlâ bir şeyler eksikti.

Birkaç yıl sonra Pamuk, yazdığı romanın müzesini açtı. İlk fırsatta gidip gördüm ve hayran oldum. Bana büyük bir sanatsal coşku ve ilham veren bu işle, yazar, edebi dehasının onu “modern sanatçı” haline getirecek kadar büyük olduğunu kanıtlamıştı. Ama mesele bundan ibaret değildi: Dünya edebiyat ve sanat tarihinde ondan önce hiçbir romancı, yazdığı romanın gerçekçiliğini bu kadar öngörülmez bir yöntemle, başka bir sanat dalını kullanarak, bu kadar uyumlu ve güzel bir şekilde perçinlememişti! Öyle ki romanı okuyan müzede şöyle bir gezinmiş gibi, müzeyi gezen romanı şöyle bir karıştırmış gibi tuhaf ve çifte bir haz alabilirdi. Romanı alıp şöyle bir karıştırana her iki anlamda da müze bileti bedavaydı! Dünyada ilk defa Orhan Pamuk adlı, 1952 İstanbul doğumlu, altmış yaşında bir Türk yazar, zihninde yarattığı ve sadece kelimelere döktüğü hayal âlemine bir hacim kazandırmayı başarmıştı. İstanbul’un Çukurcuma semtindeki kırmızıyla kahverengi arasında bir renge boyanmış o binadaki Masumiyet Müzesi’nde, yazarın kendi deyişiyle, “zaman, mekâna dönüşmüştü”; fakat bu durum başka müzeler için de geçerliydi. Bu müzeyle ilk defa başarılan şey, kelimelerin ve cümlelerin eşya ve varlığa, roman bölümlerinin müze bölümlerine ve bir bütün olarak romanın müzeye, Masumiyet Müzesi’nin Masumiyet Müzesi’ne dönüşmesiydi.

Daha sonra Pamuk’un başka bazı kitaplarını yeniden, bazılarını da ilk kez okudum.

Manzaradan Parçalar, Öteki Renkler’le yarışacak samimiyette ve güzellikteydi. Ve bu iki kitap birlikte, Türk edebiyatında ancak Tanpınar’ın Edebiyat Üzerine Makaleler’iyle kıyaslanabilecek kadar derin ve zengindi. Öteki Renkler ile Manzaradan Parçalar’ı okuyan sanata düşkün ve akıllı biri, keyfinin yerinde olduğu saatlerde Orhan Pamuk’la Heybeliada’daki Spitz Kafe’de oturup arada uzaktan belli belirsiz görünen denize bakarak saatlerce, günlerce hayattan, edebiyattan, sanattan, biraz da siyasetten konuşmuş gibi zevk alabilirdi.

Kara Kitap, tıpkı Masumiyet Müzesi gibi, ancak dâhi bir yazarın yazabileceği türden bir romandı. Pamuk’un bu en iyi iki romanı arasındaki temel fark şuydu: Kara Kitap’ta “düşünceli romancı” “saf romancı”ya baskın gelmişti: Kitap biçim ve teknik açısından kusursuzdu; bölümler, epigraflar, cümleler, göndermeler, matematiksel, adeta Öklidyen bir titizlikle romana yerleştirilmişti: Kara Kitap bir romandan çok bir şehir ve edebiyat albümü gibiydi, yazarın kılı kırk yaran özeni olmasa devasa bir müzeyi dolduracak kadar zengin ve bir o kadar dağınık olan malzeme heba olup gidebilirdi, ama yazar işin üstesinden gelmişti. Büyük risk almış fakat o riski almanın ödülü olan edebi ihtişamı ele geçirmişti. Masumiyet Müzesi ise yapısı ve konusu gereği “kompakt” bir romandı; onda ne bir cümle eksik, ne bir cümle fazlaydı. Bir Rönesans ustasının, Rafaello gibi birinin ölçülü tavrını, uyum ve denge konusundaki titizliğe dayalı bir güzelliği yansıtıyordu. Shakespeare’in eserleriyle karşılaştırmak gerekirse, Kara Kitap Macbeth gibi baroktu, Masumiyet Müzesi ise Hamlet gibi Rönesans… Beyaz Kale ise bu iki romanın hemen arkasında Pamuk’un üçüncü mucizesiydi: Yazar orada hayalperest okuru maharetli bir sihirbaz gibi tarihi ve felsefi bir rüyada gezindiğine inandırıyor, paragraf paragraf değişen anlatıcılar, oynadığı ayna ve zekâ oyunlarıyla dikkatli okuru büyülüyordu. Benim ölçülerime göre edebi kalite olarak onu ardından gelen Benim Adım Kırmızı, romandan çok sanki doğu sanatına, çoğu isimsiz, hüzünlü, o eski nakkaşların yaptığı tasvirlerin modern bir yazarın coşkusuyla ikinci defa, fakat bu kez renklerle değil, kelimelerle tasvirine ağırlık veren bir karşılaştırmalı sanat antolojisine benziyordu; ama bir yandan da yazarın eski mesleği ve idealiyle bir tür hesaplaşması, ressamlığa gerçek anlamda veda edişi gibiydi. Diğer romanlar ise daha geriden geliyordu… Kar, Kafamda Bir Tuhaflık, Sessiz Ev, Kırmızı Saçlı Kadın, Cevdet Bey ve Oğulları ile Yeni HayatVeba Geceleri’nin en sonda olduğuna değinmeme az kaldı. Ondan önce Pamuk’un film senaryosu Gizli Yüz’e gelirsek, neredeyse tüm rüyalardan daha garip bir rüya ve güzel, zekice bir bilmeceydi. Gizli Yüz öyle bir bilmeceydi ki hakikatler ve hayaller, somut varlıklar ve onların imajları ile ilgili kafası karışık, zihni yeryüzündeki tüm uyaranlara açık, akıllı bir adam, onu başkalarından çok kendine sormuştu. Hepsi hakkında söylenecek çok söz var ama ancak gelecekteki hayalî kitabıma sığabilir.

Orhan Pamuk’un Babamın Bavulu adı altında kitaplaştırdığı ödül konuşmalarını, günlük hayatında iştahlı olan bir edebiyat gurmesi resepsiyon yemeği sonrasında ikram edilen tatlı ama sert birer kokteyle benzetebilir. Bunlardan benim için en çarpıcı olanı, kitaba adını veren, “yazmanın ve edebiyatın, hayatımızın merkezindeki bir eksiklik ile, mutluluk ve suçluluk duygularıyla derinden bağlı olduğunu” zekice vurgulayan ve şu cümlelerle biten konuşmaydı: “İsveç Akademisi’nin bana bu büyük ödülü, bu şerefi veren değerli üyeleri, değerli konuklar, bugün babam aramızda olsun isterdim.” Bu konuşmalarını okuyunca, Orhan Pamuk’un yalnız romanlar yazan biri olmadığını, aynı zamanda edebiyat ile hayatımızın kusurları ve özellikle huzursuzluk duygusu arasındaki güçlü bağlantılar üzerine uzun uzun düşünmüş, inzivada geçirdiği kırk senenin sonunda “ene’l edebiyat” diyerek kemale ermiş ve inziva yerini, o tek kişilik tapınağını taşradan merkeze taşımış bir keşişe, yine yalnız ama artık daha çok gülümseyen bir dervişe benzediğini tamamen anlamıştım.

(6-3) Veba Geceleri’nde eksik ya da fazla olan ne?

Veba Geceleri’ni, araya karışan birkaç küçük kitabı saymazsam, Savaş ve Barış’tan hemen sonra okudum. Bu durum ilk bakışta Orhan Pamuk’un yayımlanması tam da konusuyla benzeşen salgın günlerine denk gelen bu romanı için bir haksızlık gibi görünebilir; çünkü Tolstoy’un en iyi romanı, belki de yeryüzünde yazılmış en iyi romandı. Fakat Veba Geceleri’ni okuyuşumun zamanlaması bir başka açıdan belki de haksızlık sayılmazdı; çünkü adil bir değerlendirme yapabilmek için yeterince yaşlıydım (onca çabanın ardından edebi yaşımın biyolojik yaşımı yakaladığını sandığım otuz üçümün içindeydim), kitap da zaten Pamuk’un önceki romanlarının edebi standardının altındaydı (fakat roman şimdi bir yaşında olmasına rağmen ileride benden daha yaşlı olabilir: yaşlı olmak için hayatta olmak ya da hâlâ hatırlanıyor olmak gerekir, bunu gelecek gösterecek.)

Veba Geceleri’nde eksik ya da fazla olan neydi? Romanı okurken tuttuğum notlar, kitap sayfasıyla yirmi sayfayı bulmuştu. Bu, onu anlatmak için en az yüz sayfaya ihtiyacım olduğu anlamına geliyor. Ama bu ihtiyacın boyutları, asıl olarak “Orhan Pamuk ve Ben”den bahsetmek istediğim yazımın hacmini fazlasıyla aşıyor. O halde notlarımda ağır basan bazı ortak noktalara değinmekle yetinmem kaçınılmaz.

Doğrusu Veba Geceleri’nde eksik olan pek bir şey yoktu! Roman, olması gerektiği gibi bir âlem yaratmıştı. Bu âlem Doğu Akdeniz’de, Girit’le Rodos’un arasında, tüm ayrıntıları resmedilmiş, var olmayan bir adanın içindeydi. Orhan Pamuk, dersine her zamanki gibi, belki her zamankinden de fazla çalışmış; 1901 senesinde kaybedilmesi an meselesi olan bir Osmanlı adasında ortaya çıkabilecek bir veba salgını ve onun etrafında gelişebilecek aşk ve evlilik, din ve iktidar, imparatorluğun ölmek üzere olan ruhu ve ulus-devletin doğmak üzere olan bedeni, tıbbi ve askeri kuşatma (karantina ve abluka), tarikat ve siyaset gibi meselelere ilişkin çeşitli olayları, onları kuşatan sosyal ve insani malzemeleri, ince saray oyunlarıyla kaba taşra hesaplarını da dâhil ederek önümüze olanca zenginliğiyle dökmüştü. Bir gün Minger Adası’na yolum düşse, Arkaz kalesini ve oradaki tecrit yerini, bir türlü bitmeyen saat kulesini, sonra postaneyi, kışlayı, vilayet binasını, Hamidiye ve Theodoropulos hastanelerini, Arap Feneri’ni, Halifiye tekkesiyle öteki tekkeleri, Kolağası’nın eviyle uzun süre kaldığı Splendid Palas otelini, Marika’yla Zeynep’in evlerinin olduğu sokakları, Müslüman ve Hristiyan mahallelerinin her birini, hatta romanın başındaki haritada gösterilmeyen, içinde de bahsedilmeyen, Orhan Pamuk’un dahi bilmediği yerleri bile elimle koymuş gibi bulacak, üstelik gitmişken orada işlenen cinayetleri dahi çözebilecek durumdaydım. Ve en önemlisi yazar Orhan Pamuk, romanın başındaki epigraflar, okura not ve teşekkür kısmı ile romanın yazılabilmesi için asıl malzemeyi oluşturan mektupları yazan V. Murat’ın üçüncü kızı Pakize Sultan’ın torununun çocuğu ve “romanın yazarı” tarihçi Mîna Mingerli’nin “Giriş” yazısından, romanın sonundaki “Yıllar Sonra” bölümüne kadar kitabın pek çok yerinde edebi zekâsını, masalsı tasvirlerini (Arkaz Kalesi’nin açıklarındaki gemiden görünen Minger’in “romantik seyahat yazarlarını heyecanlandıran” manzarası), ince esprilerini ve göndermelerini (Minger Adası’nın coğrafi özellikleri için “yararlandığı” Romalı yazar Plinius’un Naturalis Historia’sına varıncaya kadar!) esirgemiyordu.

Fakat tuhaf bir durumu fark etmiştim: Sanki romanın en güçlü yanı ile en zayıf yanı aynıydı: Tarihi çok iyi bildiğini bildiğim, o yüzden bir şeyleri atlamayacağını düşündüğüm Pamuk’un yarattığı Komutan Kâmil, “Telgrafhane baskını”, “Splendid Palas oteli” gibi karakterler, olaylar, mekânlar apaçık vurgular ve neredeyse birebir benzerlikler sayesinde Atatürk, Samsun’a çıkış, Pera Palas oteli gibi gerçek tarihi kişi, olay ve mekânlara bazen çok benziyor; bazen de yersiz, yüzeysel ifadeler yüzünden, o tarihi kişilere, grotesk, gülünç birer karikatür olarak (Komutan Kâmil’in ölmeden önceki siyasi içerikli sayıklamaları) hiç benzemiyordu. Belki böylece Veba Geceleri, basit bir tarihi alegori olmaktan kurtuluyor, tarih edebiyatın hizmetine sokuyordu. Fakat bir yandan da bu çok zor bir oyun, çok riskli bir edebi girişimdi. Ama romancı bu riski almıştı. Sanki Pamuk, bu konuda, yani tarihi gerçek ile roman gerçeği, alegori ile karikatür yaratma seçenekleri karşısında kararsız kalmış, sonunda ikisini birden seçmişti. İşte yazarın kararsızlığı ya da zıt işlevleri olan iki düğmeye birden basması şeklinde tarif edebileceğim tavrı, romanı ne İsa’ya ne Musa’ya yaranamaz hale getirmişti. Orhan Pamuk modern edebiyat çöllerinde ölümsüzlüğünü birkaç kez ispatlamış, meşru ve kıdemli bir sfenks olarak Veba Geceleri’nde iki tarafı keskin bıçağa benzer zorlu, harika bir bilmece ortaya atmış; ama belki de bilmecenin cevabından kendisi de emin olamadığı için cevabı bilmeyenleri yutma hakkını kaybetmişti. Romanın en yaratıcı yönü, böylelikle en zayıf yanına dönüşmüştü.

İkinci bir mesele, romanın genel temasıydı. Dikkatli bir okurun iyi bir romanın hakikaten iyi olduğunu çoğu zaman daha arka kapaktaki tanıtıcı yazıyı okuduğu an sezebileceğini düşünürüm. Bunun için hem romanın rafine olması, hem de romanın arka kapağını yazan editörün eserdeki evrensel trajik çelişkileri ve imgeleri yakalayıp ifade edebilecek kadar dikkatli bir okur olması gerekir. Ne demek istediğimi anlatabilmek için Kara Kitap’ın arka kapak yazısındaki bazı işaretlerden örnek vereceğim: “Galip… kayıp karısı Rüya’yı karlı bir kış günü İstanbul’da aramaya… yakın akrabası gazeteci Celâl’in köşe yazıları, bu arayışta ona işaretler yollayacak… her bacası, her sokağı, her insanı başka bir esrarlı âlemin işaretine dönüşen İstanbul’da Galip’in araştırmalarını…Boğaz’ın sularının çekileceği felaket günlerine… karlı gecenin aşk hikâyelerinden yüzlerimizin üzerindeki anlamın sırlarına…” Evet, bu ifadeler, Kara Kitap’taki trajik çelişkiyi hakkıyla ortaya koyuyordu: Şehir ve insan, İstanbul ve Rüya, geçmiş ve şimdi, yazı ve hayat… Oysa Veba Geceleri’nde durum farklıydı. Gerçi kitabın arka kapağında önce “ada” ve “veba salgını” ifadelerini görünce heyecanlanmıştım. Fakat hemen sonra, romanın içindeki konu çeşitliliğini birleştirmesi gereken trajik sorunu göremeyince hayal kırıklığına uğradım: Romanda pek çok konu vardı: “…ölüm korkusundan karantina karşıtlığına, tekke şeyhlerinden Yunan milliyetçiliğine, hacı gemilerinden karantina isyanlarına, Osmanlı İmparatorluğu’nun son günlerinin renkli ve panoramik bir manzarasını… Sultan Abdülhamit önce Sağlık Başmüfettişi kimyager Bonkowski Paşa’yı… genç ve başarılı Doktor Nuri’yi… sarayda hapis hayatı yaşattığı ağabeyi önceki padişah V. Murat’ın kızı Pakize Sultan ile… genç ve milliyetçi Osmanlı subayı Kolağası Kamil, onun aşık olduğu adalı Zeynep… bu insanların vebayla, adadaki geleneklerle… savaşının ve yaşadığı aşkların…” Hayır, bu tanıtım yazısında çok çeşitli konular, dağınık sorunlar vardı, ama bunları birleştirecek, romanı şaheser haline getirecek trajik katalizör yoktu. Önce, bunun editörün bir ihmali olabileceğini düşündüm; fakat romanı okuyup bitirdikten sonra böyle bir şey olmadığını anladım. Aksine editör, kitabı gerektiği gibi tarif etmişti: Gerçekten Veba Geceleri tarihi malzeme açısından çok zengindi ama onları bünyesinde eritecek, bizzat Pamuk’un deyişiyle söylemek gerekirse bir “büyük hikâye” yoktu. Evrensel trajedi diyebileceğim unsur eksik olduğundan, romanın sahip olması beklenen edebi yücelikten geriye pek az şey kalmıştı: Tarihi malzemenin kendi güzelliği, zeki yazarın zarif şakaları (mesela Mingerce “Akva nukaru!” [su şurada!] cümlesindeki akva [“acqua”, İtalyanca “su”] Batıya ve Latin dillerine Mingerceden geçmiştir), üstkurmacayla ilgili ve diğer göndermeleri, vurguları, büyük bir siyasi meseleyi günlük, sıradan bir sorun ve imajla yansıtma becerisi (mesela imparatorluğun büyük toprak kayıplarını bir vatandaşın imparatorluk haritasına bakarak yurtiçi/yurtdışı posta fiyat tarifesini tartışması üzerinden vermek) ve yer değiştirme oyunları…

Veba Geceleri’nde merkezi bir trajik gerilim dışında eksik olan pek bir şey yoktu, doğru, ama fazlalıklar ve uyumsuzluklar vardı: Akdeniz’deki küçük bir ada olduğu söylenen Minger, hem fiziki coğrafyası, hem de insan malzemesi, beşeri ve ekonomik coğrafyası ve sorunları itibariyle Türkiye’yi bir minyatür olarak dahi temsil etmeye elverişsizdi. Romanın karakterleri bazen, tarihi, ansiklopedik bilgiler sanki kendilerine zorla söyletilmiş gibi huzursuz, yapmacık, geveze ve malumatfuruştu. Mesela Kolağası Kâmil, karısıyla konuşurken hiç de gerekmediği halde İstanbul’da yer-yön bilgisi veriyordu: “Pakize Sultan’ın sarayda hapis olduğu Beşiktaş’a, hükümetin oturduğu Babıali’ye, bakteriyolojihanenin olduğu Nişantaşı’na götüreceğim seni!”

O halde romancı Orhan Pamuk, acaba bu romanı, tüm edebi dertlerini ve zevklerini bir kenara bırakıp sadece, Türkiye’de gerçekleşen, Batılıların historiyografi dediği tarihyazımıyla ve ulus-devlet inşasıyla alay etmek için mi yazmıştı? Elbette böyle bir ihtimal yoktu, çünkü Pamuk zaten romandaki pek çok tarihi figürü çoğu zaman gerçekçi bir şekilde yansıtmış, romanı genel olarak bir parodi olarak görülemeyecek kadar ciddi düşünceler, olgun imalar ve benzerliklerle zenginleştirmişti. O halde asıl sorun, edebi meselelerden hiç anlamayan, böyle bir dertleri de olmayan yüzeysel birtakım kişilerin dediği gibi Pamuk’un “sinsi siyasi amaçları” filan değil, yukarıda söylediğim şeylerdi: Romancının alegori ile karikatür arasındaki kararsızlığı ya da ikisini birden yapma tercihi, romanın bütünlüğünü sağlaması, çatısını kurması gereken evrensel trajik çelişkinin eksik oluşu, temaların dağınıklığı, olay, yer ve içerik ile anlatılmak istenen edebi ve tarihi sorunlar arasındaki uyumsuzluk…

Veba Geceleri’ndeki bütün bu sorunları mazur gösteren tek şey, romanı 1952 doğumlu “romancı” Orhan Pamuk’un değil, 1949 doğumlu “tarihçi” Mîna Mingerli’nin yazması olabilirdi. Fakat hepimiz Veba Geceleri’ni kimin yazdığını bildiğimiz için ve romanda Mîna Mingerli’nin roman yazma denemesindeki acemilik ya da sorunlarla ilgili yazarın özel bir vurgusu da olmadığı için bu yeterli bir mazeret olamaz. Sonuçta şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Veba Geceleri, pek çok romancının yazamayacağı kadar iyi, fakat Orhan Pamuk’un edebi standartlarına göre ise şaşırtıcı derecede zayıf bir romandır. Fakat bir şekilde Veba Geceleri’nin bu haliyle yazılması gerekiyordu. Bu, nesnel açıdan bakarsak kaçınılmaz bir zorunluluk; yazarının açısından bakarsak bir ihtiyaçtı.

(7) Ölmeden Önce Yazma İhtiyacı

İnsan öleceğini bilen, ama bugün, bu hafta ya da bu ay ölebileceğine pek ihtimal vermeyen ilginç bir varlık. Ben de çoğu zaman böyleyim, ama bazen hemen şimdi ya da bugünlerde ölebileceğim aklıma gelir. Bu yazıda ana hatlarıyla anlattığım düşüncelerimi, tam gönlümden geçtiği boyutlarda özgürce, dilediğim gibi anlatsam beş on sayfa değil, en az beş yüz sayfa yazmam gerekirdi. Kitaplarım, defterlerim notlarla, zihnim düşüncelerle dolup taşıyor. Ama bir yandan zaman da ilerliyor. “Hayatın zorunlulukları”nın yanı sıra yazılacak başka şeyler, yayımlanmadan önce son kez üstünden geçilecek kitaplarım, henüz yazmadığım, yazmaya dahi başlamadığım hayalî kitaplarım, hatta hikâyesini, konusunu, türünü düşünmediğim, “hayalî” olarak bile nitelendiremeyeceğim kitaplarım var. Diyeceğim, bugünlerde ve önümdeki birkaç yılda Orhan Pamuk hakkında yazmayı tasarladığım o uzun kitabı yazamam. Ama bugünlerde bu kısa yazıyı yazmak zorundaydım. Neden yazmak zorunda olduğumu yukarıda “Herkes her şeyi mecburen yapar” başlığı altında yeterince açıkladığımı sanıyorum. Henüz ölmediğim kesinken, şimdi, bu yazıyı yazmaya ihtiyacım vardı.

Kapanış: Tuhaf Bir Huzur

Hava karardı, gece oldu. Saat ikiyi yirmi geçiyor. Sonuna geldiğim bu yazıyı yazdığım masada oturma ihtimali olan herhangi bir kişi gibi ben de birazdan başıboş köpeklerin daha çok havlamaya başladığını fark edecek; sessiz sakin insanlardan ve gürültücü köpeklerden başka kimsenin yaşamadığı bu ıssız tepede gönlünce esen rüzgârın uğultusunu, cırcır böceklerinin kulak çınlamasını andıran seslerini daha kuvvetli duyacağım. Belki içeriden, bir yerlerden konuşma sesleri gelecek. Saatlerdir oturduğum koltuktan kalkıp balkona çıkacağım. Masamın üzerinde Orhan Pamuk’un, sayfaları benim notlarımla dolu, muhtemelen unutulmayacak dokuz kitabı, görünüşe göre belki de üzerine aldığım notların unutulup gideceği o kitapların yanı sıra yine not ve yazılarımla dolu iki defterim, bittiği için buruşturduğum bir sigara paketi, on on beş izmaritle dolu büyük, cam puro küllüğü, beyaz, kocaman masa lambasıyla bir avuç kalem, birkaç tane de çakmak öylece duruyor. Birazdan boş sigara paketiyle küllükteki izmaritleri çöpe döküp defterlerimi çekmeceme kaldıracağım. Pamuk’un kitaplarını da raftaki yerine, Tutunamayanlar ve Tanpınar’ın kitapları ile Zamanın Üzerinde Seyahat, Şapkamın İçindeki Kıraathane ve Dipsiz Göl’ün olduğu kısmın arasına yerleştireceğim. Böylece masam hafifleyecek, ben de odamdan çıkacağım. Karanlık bir odada yan yana duran kitaplar tek başlarına ne yapar? Tıpkı diğer eşyalar gibi, kalemlerle küllüğün, çakmaklarla lambanın yaptığı gibi birbirleriyle mi konuşurlar?

Üst tarafı, sessiz bir dünya değil, hayır. Hamlet öldü, Shakespeare de öldü; ama bu yazıyı okuyanlar, biz hayattayız. Ben de hayattayım. Orhan Pamuk, Kara Kitap’ın sonunda “tek teselli yazı” diyor. Bu doğru olmalı. Galiba başlangıçta hissettiğim gibi biraz tuhaf olan yazım burada sona eriyor. Şimdi hissettiğim şeyse, bir zorunluluğu yerine getirdiğim, kimin verdiğini bilmediğim bir görevi daha tamamladığım duygusu. O halde geriye kalan şu: Tuhaf bir huzur…

T-Soft E-Ticaret Sistemleriyle Hazırlanmıştır.