10 Ağustos 2023

John Bellamy Foster: “Bu sistemde doğa, sermayeye hediye edilecek bir şey olarak görülüyor”

john-bellamy-foster-bu-sistemde-doga-sermayeye-hediye-edilecek-bir-sey-olarak-goruluyor

John Bellamy Foster: “Bu sistemde doğa, sermayeye hediye edilecek bir şey olarak görülüyor”

Söyleşi: Batuhan Sarıcan

 Monthly Review dergisinin baş editörü ve Oregon Üniversitesi Sosyoloji Profesörü John Bellamy Foster’ın Gastro Eko'da yayınlanan söyleşisini Scala Yayıncılık okurlarına sunuyoruz. Söyleşiyi Scala Yayıncılık ile paylaşan Gastro Eko ekibi ve Batuhan Sarıcan’a teşekkürlerimizi sunarız.

Karl Marx’ın meşhur sözünü bilirsiniz, “Kapitalizm, gölgesini satamadığı ağacı keser.” Bugün Akbelen, daha önce Kazdağları, İstanbul Kuzey Ormanları, Soma-Yırca ve daha nice yerde yaşanan ağaç katliamları, bu sözün ne kadar doğru olduğunu defalarca gösterdi.

Bunun ideolojik karşılığını ise Marx’ın “metabolik yarılma” kavramında, insanın içinde yaşadığı doğaya yabancılaşmasında; bir yandan tarımın biyolojik temellerinden, diğer yandan da insanların doğadan kopmasında buluyoruz.

Konuyla ilgili olarak Monthly Review dergisinin baş editörü ve Oregon Üniversitesi Sosyoloji Profesörü John Bellamy Foster’la, Gastro Eko için uzun soluklu bir söyleşi yaptık.

Sadece metabolik yarılma kavramını konuşmadık; Foster’ın doğaya ilgisinin nasıl başladığı, ailesi ve çevresinin sosyalist fikirleri üzerindeki etkisi ve yayıncılığın zorlukları gibi pek çok konuyla ilgili merak ettiklerimizi sorduk; Henry David Thoreau’ya ve Che Guevara’ya selamlarımızı gönderdik. Şimdi girizgâhı daha fazla uzatmadan başlayalım. 

 

Sevgili John, doğayla ilişkin nasıl başlamıştı? Çocukluğuna dair neler hatırlıyorsun?

 

Amerika Birleşik Devletleri’nin ormanları ve doğasıyla meşhur Kuzeybatı Pasifik bölgesinde büyüdüm. Seattle’da doğsam da bir ila beş yaşlarım arasında babamın öğretmen olarak görev yaptığı Raymond, Washington’daki bir kereste kasabasında yaşadık. Raymond’daki fabrikalardan bazıları boylu mazı (Thuja plicata) ağacından çatı malzemesi yapıyordu. Bu ağaçtan elde edilen talaşın içerdiği bir kimyasal, o zamanlar yaygın olarak bilinmese de önemli bir astım kaynağıdır. Ailemizdeki üç çocukta da çok küçük yaşlardan beri kronik astım vardı. İşin enteresan yanı, ailemde daha önce böyle bir hastalık öyküsü yoktu. Ben de en ciddi astım vakalarından birine yakalanmıştım. Ben beş yaşındayken Washington, Tacoma’nın dışındaki Fircrest isimli bir banliyöye taşındık. Burada çevre konusunda bilinçli hâle gelmeye başladım. Tacoma’ya ilk girdiğimde kâğıt hamuru ve kâğıt fabrikalarının kokusunun çok güçlü olduğunu hatırlıyorum. Annem de her zaman kirliliğin astımımı etkileyeceği konusunda endişeliydi. Bugünün standartlarıyla karşılaştırılamaz ama kent de bana sıkışık geliyordu. Bu nedenle daha erken yaştan kirlilik, kalabalık ve sanayileşmenin belirli yönlerinden hoşlanmadığımı hatırlıyorum. Kuzeybatıdaki nispeten bozulmamış doğal ortama karşın kereste, ağaç işleme, kâğıt hamuru ve kâğıt fabrikalarının neden olduğu kirlilik arasındaki zıtlık çok açıktı. Fircrest’e varmamızdan kısa bir süre sonra, ben altı yaşındayken, üç yaşındaki küçük kız kardeşim astım krizi geçirdi ve hastaneye kaldırıldı; o gece öldü… Ben de yaklaşık iki hafta sonra ağır bir astım krizi geçirdim ve kısmen astımdan, kısmen de hastanenin verdiği ilaçlardan dolayı neredeyse ölüyordum. Bu beni daha küçük yaşlarımda bir döngüye sokacaktı; oksijen ünitelerine, damardan (intravenöz) beslemelere, uzun süren hastane yatışlarına ve kilomu ikiye katlayan yüksek dozda steroidlere gitgide alışmıştım. Altı yaşında hastaneden eve döndüğümde, doktor tavsiyesiyle dışarı çıkmama, koşmama veya okula gitmeme izin verilmedi. Sonra yedi yaşımda, ailemden iki yıl daha uzakta olmak üzere Denver’daki Ulusal Astım Evi’ne gönderildim. Eski bir sanatoryumdu ve ülkedeki en iyi astım doktorlarına sahipti. Bütün bunlar bende derin bir etki yarattı ve bana çok erken yaşlarda çevre bilinci kazandırdı. Kuzeybatıda, özellikle de Olympic Yağmur Ormanları’nda yürüyüş ve kamp yapmak, elbette sonraki yıllarda büyüme sürecimin bir parçası hâline gelecekti.

 

Peki ekolojik sorunlara dair ideolojik bir bakış geliştirmeye ne zaman başladın?

 

1970 yılında ilk Dünya Günü gerçekleştiğinde, çevreyle ilgili çeşitli faaliyetlere ve “çevreye dair akılcı bir yaklaşım geliştirme” fikrine dâhil oldum. Olympia, Washington’da yaşıyordum ve artık ağaç işleme fabrikalarının yakınında değildim. Kuzeybatıdaki koşulların, ülkenin geri kalanındakilere göre kıskanılacak bir düzeyde olduğunu düşünüyordum. Fakat o zamanlar asıl odak noktam, çevreden ziyade çocukların üzerine napalm bombası atılan Vietnam Savaşı’nı protesto etmekti. Ekolojik soruna ancak 1980’lerde, büyük ölçüde Marksizm ve kapitalizmin çevreyi bozmasına yönelik sistematik bir eleştiri aracılığıyla tam olarak kafa yormaya başladım. 1980’lerin başında, York Üniversitesi’nde lisansüstü eğitimim sırasında Toronto’da bir arkadaşımla yaptığım tartışmalarda, Karl Marx’ın “doğa karşıtı” olarak tanımlandığını keşfettiğimde şaşırmıştım. Bu açıkça yanlıştı. 1980’lerin ortalarında bir üniversite profesörü olarak göreve başlamak için Kuzeybatıya döndüğümde ise işler kesin olarak değişmişti. İnsanlar yaşlı ormanların kesilmesini engellemek için ağaçların üzerine oturuyorlardı ve Columbia Nehri, Hanford Nükleer Santrali’nden çıkan radyoaktif sızıntılar nedeniyle dünyanın en radyoaktif nehri olarak belirlenmişti. Her yerde pestisitlerin kullanımıyla ilgili endişeler vardı. Sessiz Bahar’ın yazarı Rachel Carson bunları biyositler olarak adlandırmıştı. Bu arada iklim değişikliği, ozon tabakasının tahribatı ve dünya çapında hızlanan türlerin yok oluşu, çevre sorununun artık gezegensel olduğunu ve yalnızca küresel bir sistem olarak kapitalizmin etkileri açısından değerlendirilebileceğini açıkça ortaya koymuştu. Bu, 1980’lerin sonlarındaki araştırmalarımda bir kaymaya ve 1994’te ise Savunmasız Gezegen’in (The Vulnerable Planet) yayımlanmasına yol açtı.

 

Sosyalizme ilgi duymaya ne zaman başladın? Ailenin bunda bir etkisi oldu mu?

 

Sosyalizmi gerçek anlamda kavramadan çok önce, küçük yaşlarımdan beri tarihsel anlamda devrimlere derinden ilgi duymuş, hatta âşık olmuştum. Komünist Parti’de, endüstriyel işçi sınıfında sendika örgütleyici bir ailede büyüyen karım Carrie Ann Naumoff’la aynı derecede olmasa da ABD’de “kızıl donlu bebe” olarak adlandırılan biriydim. Annem İngiliz vatandaşıydı ve Britanya’daki çeşitli Komünist Parti bağlantılı örgütlerde yer almıştı. Hatta ABD’ye bir tekneyle gelirken Alman bir yolcu tarafından, ABD’nin o sıralarda yeni başlayan McCarthy Dönemi’nde, devlet kızılların peşinde koştuğu (cadı avı olduğu) için siyasi geçmişini saklaması konusunda uyarılmıştı. İngiltere’de daha önce kızıl siyasete karıştığını, ben gençliğime kadar bilmedim. Fakat ben de zaten savaş karşıtı protestolara katılıyordum ve kendi siyasi rotamı belirlediğime karar vermişti. Şimdi bakıyorum da aslında geçmişi hakkında bana bilgi verebilirdi. Babam ise Henry Wallace’ın başkanlık kampanyasında onun destekçisi olan bir sosyalistti. Henüz ilkokuldayken Komünist Manifesto’yu ve diğer ilgili kitapları okumamın benim için önemli olduğuna inanıyordu. Sosyalizm, barış ve çevre üzerine kitaplardan oluşan kütüphanesi etrafımı sarmıştı. Devrimle ilgili her şey, beni altı ya da yedi yaşlarımdan itibaren büyülemişti. Ancak ortada bir romantizm de vardı. Yani sosyalizm bana doğal gelmişti. Ben büyürken aile içindeki tüm tartışmalarımız, ABD standartlarına göre çok radikaldi. Ancak üniversiteye girene kadar “bilinçli olarak” bir Marksist olmadım. Vietnam Savaşı’nın sonunda, hareket sönümlendiğinde, bir süre umutsuzluk içinde meydan okuyan bir irrasyonalizm ile (Nietzsche, Schopenhauer ve Kierkegaard’ı okuyarak) o zamanlar çok daha derin bir düzeyde incelemeye başladığım eleştirel bir Marksizm arasındaydım. Elbette Marksizm galip geldi. Salvador Allende’nin Şili’sinde ABD tarafından organize edilen darbe ve 1970’lerin ortalarındaki kapitalist ekonomik krizle karşı karşıya kaldığımda, hayatımı sistem eleştirisine adamaya karar verdim.

 

Editörü olduğun Monthly Review’un Ocak 2010 tarihli sayısındaki “Ekoloji ve Kapitalizmden Sosyalizme Geçiş” başlıklı yazında, “İnsanın doğayla ilişkisinin, sosyalizme geçişin merkezinde yer aldığını” söylüyorsun. Burayı biraz açabilir misin?

 

Sosyalizm, Marx ve Engels tarafından insani-ekolojik terimlerle tanımlandı. Dolayısıyla, klasik tarihsel materyalizmde doğa/ekoloji ve sosyalizm özünde birbiriyle ilişkiliydi. Engels’in yazdığı “İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu” sosyalist olduğu kadar çevreci bir metindi. Marx, emek ve üretim sürecini, insanlık ile doğanın evrensel metabolizması arasındaki sosyal metabolizmayı oluşturan faktör olarak görüyordu. Sosyalizmi, bu sosyal metabolizmanın, insan emeğini koruyacak ve özgür insani gelişmeyi teşvik edecek şekilde üreticiler tarafından düzenlenmesi olarak tanımlamıştı. Yani insanlığın, Dünya ile sürdürülebilir bir ilişki kurması gerekiyordu. Dolayısıyla Marx için üretim, ekonomik olduğu kadar ekolojik bir ilişkiydi. Sosyalizm de “bireyin özgür gelişiminin, herkesin özgür gelişiminin koşulu olduğu” bu metabolizmanın rasyonel bir biçimiydi.

 

Bu noktada, “eko-sosyalizm” gibi çatallanmış bir mücadele alanından bahsetmek yerine ekolojik mücadelenin, zaten sosyalizmin bir parçası olduğunu (sosyalimizle geçişin zaten ekolojik bir topluma geçiş olduğunu) düşünmek daha doğru bir yaklaşım değil mi?

 

Bu iyi bir soru. Sosyalizmin kendisi zaten ekolojiktir. Ekososyalizm, doğru bir şekilde, sosyalizmden farklı veya ötesinde bir şey olarak değil, sosyalizmin kendisine ait olan ve sosyalizmin kendisiyle açık bir çelişki içinde olduğu ekolojik yönleri ortaya çıkaran özel bir gelenek olarak görülür. Ekolojik sürdürülebilirlik olmadan eşitlik ve eşitlik olmadan da ekolojik sürdürülebilirlik olamaz.

 

Yavaş yavaş “metabolik yarılma” (metabolic rift) kavramına geliyoruz. Sokakta yürüyen sıradan bir insana, geçtiğimiz haftalarda Polen Ekoloji seminerinde de odağınıza aldığınız bu kavramın ne olduğunu basit bir dille anlatabilir misin?

 

Metabolik yarığın temelinde yatan fikri anlamak çok da zor değil aslında. İnsanın doğayla ilişkisi, tüm yaşamsal süreçlerde olduğu gibi metabolik bir ilişkidir. Yani insan, çevredeki enerji ve maddi kaynakları yaşamın temeli olarak alır, bunu vücudunda metabolize eder ve atıkları da yine toprağa geri verir. Doğanın kendi kendini idare eden varlıkları olarak insanlar söz konusu olduğunda ise doğayla ilişkimiz, öncelikle emek ve üretim süreci aracılığıyla uygulanan bir toplumsal metabolizma biçimini alır. Bununla birlikte, kapitalizmin gelişmesiyle birlikte bu toplumsal metabolizma “yabancılaşmış” durumda. Yani insanlık, yaşadığı gezegene daha da yabancılaştı. Bu, Marx’ın “ilk mülksüzleştirme” dediği olayda veya 15. ila 19. yüzyıllarda nüfusun topraklardan uzaklaştırılmasında ve endüstriyel kapitalizmin temelini oluşturan, dünya genelinde toprağın, kaynakların ve insan bedenlerinin kamulaştırılmasında açıkça görülüyor. Bu sistemdeki doğa, artık ait olduğumuz bir ilişki içinde değil, fethedilecek ve sermayeye “hediye edilecek” veya “devredilecek” bir şey olarak görülüyor. Biraz daha detaylandıralım: Marx, besin döngüsü konusuna ve bu bağlamda endüstriyel tarımda gelişen çelişkilere odaklanan Alman tarım kimyageri Justus von Liebig’in çalışmasından derinden etkilenmişti. Nüfusun büyük sanayi şehirlerinde yoğunlaşmasıyla birlikte gıda, yüzlerce hatta binlerce kilometre ötedeki yeni üretim merkezlerine gönderildi. Sonuç olarak nitrojen, fosfor ve potasyum gibi temel toprak besinleri şehirlerde atık ve kirlilik olarak son buldu; toprağa geri verilmedi, böylece verimliliği tükendi. (Bu süreç daha sonra hayvanların topraktan çıkarılması ve çiftliklerde yoğunlaştırılmasıyla ek bir aşama aldı.) Marx, bunu insanlık ve doğa arasındaki “toplumsal metabolizmanın birbirine bağlı sürecindeki bir yarık” olarak gördü. Böylece ekolojik bir kriz ortaya çıktı. 19. yüzyılın ortalarındaki toprak krizi, küresel nitrojen ve fosfor döngülerinin bozulmasıyla bağlantılı olarak gezegenler arası ekolojik ayrışmaya yol açan küresel gübre endüstrisinin gelişmesine yol açtı. Besin döngüsü konusu ve bu bağlamda metabolizma kavramı, tüm ekosistem düşüncesinin ve sistem ekolojisinin temeli hâline geldi. Bugün iklim bilimciler de küresel ısınmayı Dünya Sistemi’ndeki “antropojenik bir yarık” olarak tanımlıyor.

 

Bu arada Marx’ın ortaya attığı bu kavram, zaten her bir sosyalistin aynı zamanda ekoloji için mücadele etmesi gerektiğini öne sürmüyor mu?

 

Evet, elbette ve tam tersi de doğru; her ekolog da sosyalizm için mücadele etmeli.

 

Walden Gölü kıyısında iki yıl boyunca kendi kendine yeterek yaşayan ve doğaya yabancılaşmayı reddeden Henry David Thoreau’nun metabolik yarılmadan sıyrıldığını söylemek mümkün mü? Bir başka şekilde soracak olursam, metabolik yarılmayı bireysel olarak tersine çevirebilir miyiz?

 

Thoreau, Walden Gölü’ne yakından geçen trenin düdüğünü duyabiliyordu ve sermaye dünyasından sıyrıldığı, gerçek bir inziva içinde olmadığının gayet iyi farkındaydı. Basitçe, fabrika sisteminin şirketleri zenginleştirdiğini görmeyi amaçladığından şikâyet etti. Sorunuza gelecek olursak, metabolik yarığın bireysel olarak tersine çevrilmesi söz konusu değildir. Kişisel olarak ancak geçici bir sığınak ve teselli bulabilirsiniz. Yine de bir bütün olarak insanlıkla ilgilenen sosyal varlıklar olarak, metabolik yarılma nedeniyle hayatları zararlı bir şekilde etkilenecek, çoğu durumda ömürleri kısalacak olan yüz milyonlarca ve hatta milyarlarca insanın mahkûm edildiği kadere de gözlerimizi kapatamayız. İnsanlığın hayatta kalmasıyla ilgili soruları gündeme getiren daha genç nesillerin ve belki de gelecek nesillerin kaderini de görmezden gelemeyiz. Sivil itaatsizlik konusunda Thoreau’dan öğrenecek bir şeyimiz var elbette; bu mirastan belki çok nadiren yararlanmış olsak da bu Thoreau’nun hepimize bıraktığı bir miras.

 

“Her sosyalist ekoloji ve her ekolog sosyalizm için mücadele etmelidir”

 

Büyük bir iklim krizinin içindeyiz; ilk dönemini yaşıyoruz. Bu krizin yarının değil, bugünün sorunu olduğu da iklimsel anormallikler (aşırı sıcaklık ve yağışlar, sıcak hava dalgaları, hidrolojik dengenin bozulması vb.) vesilesiyle, gün geçtikçe daha çok insan tarafından kabul görüyor. Bir yandan da bu anormalliklerin en çok dezavantajlı toplulukları etkilediği görülüyor. Metabolik yarılma ile sosyoekonomik eşitsizlikler arasında nasıl bir ilişki kuruyorsun?

 

Aslında bunu “antropojenik bir iklim krizinin ilk aşaması” olarak düşünmek yanlış olur. Bu krizi yarım asrı aşkın süredir biliyoruz ve önlemek için çok az şey yaptık. Gerçek şu ki, küresel ortalama sıcaklıkta 1,5°C’lik bir artışa hızla yaklaşıyoruz ve 2°C’lik bir artış bunun çok da ötesinde değil. 2°C’lik bir artıştan kaçınmak için %50 şansa sahip olmak için şimdiden başlayarak küresel karbon emisyonlarını her yıl yaklaşık %5 oranında azaltmak zorundayız ki bu da Dünya’yla ilişkilerimizin devrim niteliğinde bir dönüşümünü gerektirecektir. Bu “iklim korkulukları” önemli. Çünkü iklim bilimcilerin korktuğu şeyin, “geri dönüşü olmayan nokta” olduğunu, olumlu geri bildirim etkilerinin devreye gireceği iklim değişikliğini kontrolümüz dışında ve geri döndürülemez bir şekilde ilerleteceği yere işaret eder. Bu anlamda, antropojenik iklim krizinin ilk aşamasında değiliz, aksine insanlığın kaderini çok iyi belirleyebilecek “belirleyici bir aşamaya” yaklaşıyoruz. Nüfusun, aşırı hava olaylarından kaynaklanan tehdidin boyutunun giderek daha fazla farkına vardığı ise kesinlikle doğrudur. Ancak, elbette bu eğilimler hakkında derinlemesine bilgi sahibi olan güçler, öncelikleri kendi güçlerini korumak ve artırmak için her şeyi yapıyor; gerekli değişiklikleri ve olup bitenlere dair gerçek bir bilincin gelişmesini engellemek için her şeyi yapıyorlar. Bu da bize, bunun tamamen sosyoekonomik eşitsizlikle ilgili olduğunu söylüyor. Trilyonerlerin servetlerinde, yalnızca 2023’te 900 milyar dolara yakın bir artış görüldü. Oxfam geçen yıl, ortalama olarak en zengin 125 trilyonerin, küresel gelirin en alt %90’ında yer alan ortalama bir kişinin karbon emisyonunun, bir milyon katından sorumlu olduğunu belirten bir rapor yayınladı. Ekolojik ve ekonomik krizler, insanlığı topyekûn bir krizle tehdit ederken bile, sözde “evrenin efendileri” bir şekilde gerekli değişimi engelliyorlar. Ve elbette, iklim değişikliğine karşı en çok kimin savunmasız olduğu bir sır değil: Her ülkede yoksullar ile aşırı sömürülenler ve özellikle de Küresel Güney’de açlıktan ölmeye mahkûm eden maaşlarıyla ve ağır çevre koşullarında yaşayanlar…

 

Che’nin bir sözü var; “Sosyalizmin inşasında temel sorun, iktisadi kalkınma değil, insani kalkınmadır.” Che burada “insani kalkınma” derken neyi kastediyor? Çevre-insan ilişkisi bağlamında değerlendirebilir misin?

 

Che, sosyalizmin “hem temeli hem de nihai hedefi” olarak insani gelişme ihtiyacıyla özellikle ilgileniyordu. Sosyalizmin, bireysel ihtiyaçlardan çok sosyal ihtiyaçlara odaklanan ve kendini herkesin gelişimine adamış yeni, özgürleşmiş bir bireyi gerektirdiğini savunuyordu. Burada insani gelişme, soyut bir kavram değil; Birleşmiş Milletler, ana akım kalkınma literatürünün yalnızca ekonomik kalkınmaya odaklanmasına karşı koymak için yıllık “İnsani Gelişme Raporu” hazırlıyor. Daha geriye gidersek Marx, insanların gıda, su, barınak, giyim, çocuk bakımı, eğitim, ulaşım, iletişim araçları, kişisel gelişim araçları ve yaratıcı çalışma fırsatları gibi temel ihtiyaçlarının, “aylak sınıfı” için lüks ürünlerden önce gelmesi gereken bir “ihtiyaçlar hiyerarşisi”nden belki de ilk kez söz eden kişiydi. Kapitalist bir toplumda zenginlik olarak sınıflandırılan şeylerin çoğuna, John Ruskin’in dediği gibi sadece “hastalık” denebilir. Küba örneğindeki gibi bir sosyalist ekonominin aksine, kapitalist bir ekonomide en çok ihmal edilen alanlar, kesinlikle insani gelişmeye en çok katkıda bulunan alanlardır.

 

Nature’da yayımlanan Mayıs 2023 tarihli bir makalede Johan Rockström ve arkadaşları, 8 gezegensel sınırdan 7’sinin insanlar tarafından çoktan aşıldığını gösteriyor. Bu çalışmayla ilgili neler söylemek istersin?

 

Nature dergisindeki “Güvenli ve Adil Dünya Sisteminin Sınırları” başlıklı makale, çok önemli ve özellikle sosyal ve ekolojik adalet konularını doğrudan içerdiğinden, mevcut durumun insanlık için ne kadar tehlikeli hâle geldiğini gösteriyor. Bu, geçmiş, şimdiki ve gelecek nesiller ile ülkeler, topluluklar ve bireyler arasında nesiller arası adalet sınırlarını içermesi bakımından, orijinal gezegensel sınırlar anlayışında büyük bir aşım. O hâlde, güvenli ve adil Dünya Sistemi sınırlarının çoğunun aşılmış olması, krizin boyutlarını yansıtması şaşırtıcı değil. Şu anda iklim değişikliği, ozon tabakasının incelmesi, okyanus asitlenmesi, türlerin neslinin tükenmesi, nitrojen ve fosfor döngülerinin bozulması, yer örtüsünün kaybı (ormanlar dâhil), tatlı su kaybı, aerosol yüklemesi ve yeni oluşumlar (sentetik kimyasallara, radyonüklidlere, genetiği değiştirilmiş organizmalara atıfta bulunularak) dâhil olmak üzere, çoğu aşılmış veya aşılmakta olan, insanlığın gezegende hayatta kalabileceği koşullar tarafından belirlenen dokuz gezegensel sınır var. Gezegensel sınırların aşılmasının, bir bütün olarak insanlık ve sayısız başka tür için ölümcül tehditler oluşturması gerçeği, iklim değişikliğinin önemini uygun şekilde ortaya koyuyor. Bu gezegensel sınırların her birinin aşılması, oluşmakta olan bir Dünya krizi anlamına geliyor ve hepsinin arkasında, sermaye birikimi sistemi ve tüm Dünya’nın kamulaştırılması var. Yeni güvenli ve adil Dünya Sistemi Sınırları, tüm sorunu insanlık için “güvenli ve adil bir koridor” oluşturan bir iç çemberle çevresel ve sosyal sınırların bir kombinasyonu olarak görerek, buna yeni bir boyut katmayı amaçlıyor. Güvenli ve adil bir çevre için sosyal kısıtlamaların, biyofiziksel gezegensel sınırlardan daha katı olduğunu ve artık büyük bir sosyal dönüşümün gerekli olduğunu vurguluyor. Ancak bu anlayışın sorunu, aslında çalışmanın her satırında yer alan ama hiç değinilmeyen kapitalizm gerçeğini göz ardı etmesi.

 

Küresel çapta verdiğimiz ekolojik mücadele zayıf mı kalıyor dersin? Gücümüz kapitalizmi devirmeye mi yetmiyor yoksa yeterince mücadele mi etmiyoruz?

 

Dünya nüfusu elbette kapitalizmi devirecek kadar güçlü ve evet, henüz yeterince savaşmıyoruz. Bununla birlikte, dünyanın dört bir yanında yüz milyonlarca insan şu ya da bu şekilde zaten savaşa giriyor ve çabaları kesinlikle büyütülecek ve milyarlarca insanı kapsayacak şekilde genişletilecek. Fakat bunun zaman, ölçek ve ihtiyaç duyulan örgütlenme seviyelerinde gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini bilmiyoruz. Bu nedenle sonucun ne olacağını bilmiyoruz. Ancak bunun tüm insanlık tarihindeki en büyük mücadele olacağını biliyoruz. Marksist ekolojist Richard Levins’in bir zamanlar dediği gibi, “Geleceğin belirsiz olması, özgürlüğün kullanılmasına bir çağrıdır.” 

 

Kimisi “1,5 °C” hedefine ulaşılmak üzere olduğunu (önlemek için çok geç kaldığımızı); kimisi de bunun için önümüzde daha zaman olduğunu (mücadele etmemiz gerektiğini) düşünüyor. Sen bu konuda ne düşünüyorsun? Bize düşen şey, kıyametçiliğin getirdiği karamsarlık değil de umut ve mücadele değil mi? Karşılaştığımız en büyük antropojenik sorun olan iklim krizine karşı nasıl bir tavır almalıyız?

 

1,5°C sınırı hakkında pek çok kafa karışıklığı var. Dünya Meteoroloji Örgütü, önümüzdeki yedi yıl içinde küresel ortalama sıcaklıkta 1,5°C’lik bir artışa ulaşacağımızı belirtti. BM Hükûmetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) son raporundaki “en iyimser senaryosu”, Dünya’nın 2040 yılına kadar 1,5°C’lik bir artışa ulaşmayacağına dayanıyor. Ancak bu en iyimser IPCC senaryosunda bile, Dünya 2040’tan sonra 1,5°C’yi onda bir oranında aşacak ve bir daha 1,5°C’nin altına inmeyecek. Benim düşüncem, sınırın altında kalmanın hâlen mümkün olduğu yönünde. Ancak bu, şimdiye kadar gördüğümüz her şeyin ötesinde, devrim niteliğinde bir değişikliği gerektiriyor. Bu durumda karamsarlık ve iyimserlik önemsiz. Bu, küresel işçi sınıfına, daha genel olarak “dünyanın sefillerine” dayalı bir küresel hareket inşa etmek ve esaslı bir eşitlik ve ekolojik sürdürülebilirlik dünyası için mücadeleye girişmekle ilgili. Ya insanlığı sözde kaderine teslim etme yolunu seçersiniz ve şu anda gezegensel bir soykırıma işaret edersiniz ya da direnirsiniz. Dünya Sistemi’ni geri dönülmez bir şekilde istikrarsızlaştıracak devrilme noktalarına ulaşmadan önce, kontrolden çıkmış treni durdurmak için (Frederick Engels’in kullandığı bir metafor) emniyet valfini serbest bırakmalıyız. Zaten deniz seviyelerinin yükseldiği ve ne yaparsak yapalım bir hatta iki yüzyılda tersine çevrilemeyecek bir durumdayız. Ama yine de yükselişin hızını etkileyebiliriz.

 

“Sosyalizm ve ekoloji için kesinlikle kitlesel ve devrimci ölçekte örgütlü bir hareket olmaksızın gerekli değişiklikleri sağlamak mümkün değil.”

 

Ekolojik ve toplumsal mücadeleyi birleştirmenin önündeki en büyük engellerden birisi de hükûmetler olsa gerek. Mesela Türkiye’de 20 yılı aşkın süredir iktidarda olan mevcut parti, çevreyi talan ediyor; inşaat ve maden başta olmak üzere farklı sektörlerdeki firmalar için doğayı ranta açıyor. Buna karşı kim mücadele veriyorsa hepsi de “terörist” ilan ediliyor, hatta bazen hapse atılıyor. Bununla nasıl mücadele etmeli? Neler söylemek istersin?

 

Bu düzeydeki asıl sorun, yalnızca hükûmetler değil, tüm devlettir. Hükûmet, kapitalist devletin teorik olarak nüfusa karşı doğrudan sorumlu olan ve genellikle yasama ve yürütme organları olarak görülen değişime tabi kısmıdır. Devletin diğer bölümleri arasında yargı, polis, hapishaneler, devlet bürokrasisi, ordu, istihbarat servisleri, merkez bankaları (devletin gücüyle desteklenen büyük finans kurumları tarafından kontrol ediliyor), bölgesel ve yerel yönetimler vb. var. Politikacıların göreve başlamadan öncesi ve sonrasında, siyasi sürecin her aşamasında hükûmetleri sermayeye bağlayan binlerce bağ var. Ve parayı veren düdüğü çalıyor. Şu anda, ileri kapitalist dünyada şimdiye kadar baskın devlet biçimi olan liberal demokrasi, yapısal krize yakalandı ve kapitalist devlet, neoliberal kemer sıkma politikasından neofaşist üstünlüğe doğru kayıyor. Anti-kapitalist ve hatta reformist bir hükûmet seçilirse (örneğin, bugün Latin Amerika’nın bazı bölgelerinde olduğu gibi), genellikle kapitalist devletin diğer yerleşmiş unsurlarından gelen düşmanlıkla ve doğrudan devlete bağlı olmayan muazzam özerk güce sahip sermaye tarafından dışarıdan saldırıya uğramasıyla karşı karşıya kalıyor. Kapitalist hükûmetler, sermayeyi düzenleme veya sermayeye müdahale etme konusunda keskin bir şekilde sınırlandırılmış durumda. Ancak onlara, halkı bastırmaları için (özellikle acil durumlarda) muazzam zorlayıcı yetkiler de bahşedilmiş durumda. Kapitalist devlet faşizme (ya da neofaşizme) doğru ilerlerken elbette meşruiyetini kaybediyor ve giderek daha fazla doğrudan baskıya, sansüre ve propagandaya bel bağlıyor. ABD’de de yaşanan protesto biçimlerinin giderek daha fazla “terörizm” olarak adlandırılması bu değişimin bir göstergesidir. Koşullar dünya çapında büyük farklılıklar gösterdiğinden, herhangi bir ulus-devlet veya bölgede direnişin strateji ve taktik açısından nasıl bir biçim alması gerektiğini söylemek zor. Ancak sosyalizm (ve ekoloji) için kesinlikle kitlesel ve devrimci ölçekte örgütlü bir hareket olmaksızın gerekli değişiklikleri sağlamak mümkün değil. Bu, her yerde halkı düpedüz yağmalama yönünde ilerleyen çağımız sisteminin tartışılmaz bir gerçeği gibi görünüyor. Bu, elbette doğrudan emperyalizme tabi olan ülkelerde en şiddetli olanı. Ancak aynı zamanda her yerde nüfusları etkileyecek gezegensel bir soykırımla da karşı karşıyayız. Bence zamanımızda geliştirilecek en anlamlı devlet teorisi ve eleştirisi, István Mészáros’un Beyond Capital and Beyond Leviathan eserlerinde bulunabilir. Mészáros’un Hugo Chávez’i ve Venezuela’daki Bolivarcı Devrimi etkileyen analizi, komünal bir devletin yaratılması biçiminde devletin sönümlenmesine ilişkin klasik Marksist mefhumu yeniden canlandırıyor. Burada halk tabanı, tüm ilişkilerinde -ekonomik, politik, ekolojik ve kültürel olarak- yerel topluluklar içindeki toplumsal değişim etrafında örgütlenmiş durumda. Venezuela’da Bolivarcı devlet, bu özerk halk tabanını destekledi ve kendi gücünün çoğunu ondan alıyor ve bu anlamda artık halka yabancı değil. Bununla birlikte, sosyalizme giden tek bir yol yok. Çünkü koşullar ve ayrıca devrimci yerel diller ve mücadele yolları çok büyük farklılıklar gösteriyor. Devletin “şirketlere doğayı peşkeş çektiği” şeklindeki bakış açınıza göre, bu, doğanın finansallaştırılmasının bir parçası. Son zamanlarda üzerine birkaç makale yazdığım ve yakında çıkacak bir kitapta ele alacağım gezegensel ekolojik krizle ilgili olarak sermayenin yeni küresel stratejisini ifade ediyor.

 

Az önce sürdürülebilirlikten bahsettik; ben “sürdürülebilirlik” kavramının içinin boşaltıldığı ve kapitalizm tarafından da bir kılıf gibi yeşil aklama (greenwashing) için kullanıldığını düşünüyorum. Sen gerçek sürdürülebilirliği sosyalizmle bağdaştırıyorsun. Öyle değil mi?

 

Temel olan ve onlar olmadan toplumsal sorunları ele almaya pek başlayamayacağımız birçok terim, sınıf iktidarı sistemi tarafından sahiplenilmiş ve çarpıtılmış durumda. Bu nedenle bugün tartışılıyor. Buna demokrasi, özgürlük, eşitlik, sosyalizm, sürdürülebilirlik vb. terimler de dâhildir. İnsan kurtuluşu ve gelişimi için çok önemli olan bu terimlerin gerçek, esas, gelişmiş anlamlarını, yalnızca egemen ideolojik sistem tarafından çarpıtıldıkları, sulandırıldıkları ve etkili bir şekilde kullanıldıkları için terk edemeyiz. Bugün ABD’de demokrasi, yoksulların yönetimi olan orijinal anlamının aksine, piyasayla özdeşleştiriliyor. Bu koşullar altında, bu kavramların geçmiş mücadelelerden ortaya çıkan organik anlamları için mücadele etmeliyiz. Antonio Gramsci’nin “praksis felsefesi” olarak adlandırdığı şeyin bir parçası olarak, kültürel hegemonya üzerindeki savaşı yürütmek gerekiyor. Sürdürülebilirlik kavramını terk etmek ve orijinal anlamının tam tersi olan kapitalizmin sürdürülebilirliği anlamında yozlaşmasına izin vermek, bindiğimiz dalı kesmek olur. Bizim anlayışımız, eşitlik toplumu dışında gerçekleştirilemeyecek olan, insanın dünyayla ilişkisinin gerekli sürdürülebilirliğidir.

 

Biraz da Monthly Review’dan (MR) bahsederek söyleşinin son bölümüne giriş yapalım. ABD gibi kapitalizmin merkezi bir ülkede, 1949’dan bu yana sosyalist bir dergi çıkarmak ve “cadı avı” yapılan dönemlerde bile yayın hayatını “bağımsız olarak” sürdürmek, büyük bir dirayet ve irade gerektiriyor. Bence derginin bugüne gelmesi çok büyük bir başarı. Ne zaman derginin editörü oldun? Yollarınız nasıl kesişti?

 

1970’lerin başındaki birçok arkadaşım gibi ben de Monthly Review’in sıkı bir okuyucusuydum. Vietnam Savaşı’nı tartışırken lise münazarasında bir kaynak olarak kullandığım MR’ın ilk yıllardan farkındaydım. Ama MR’a tam olarak odaklanmamı sağlayan The Evergreen State College’daki arkadaşım ve oda arkadaşım Robert W. McChesney oldu. O zamanlar radikal ekonomi de dâhil olmak üzere ekonomi üzerine okumalar yapıyorduk. Bu, Vietnam Savaşı’nın son aşamaları, Şili’deki darbe ve 1970’lerin ortalarındaki ekonomik kriz sırasındaydı. Monthly Review, özellikle radikal ekonomi politikle ilgilenenler için tüm bunların merkezinde yer alıyordu. O zamanlar ABD’deki Marksist solla ilgili en önemli çalışma Paul A. Baran ve Paul M. Sweezy’nin Tekelci Sermaye’siydi. Çin’den dönen Sweezy, Washington Üniversitesi’nde geniş bir dinleyici kitlesine ders verirken, bir grubumuz Seattle’a gitmişti. Monthly Review ve Monthly Review Press’ten çıkan her şeyi okuyorduk. O sıralar Monthly Review’la yakından bağlantılı olan Radikal Politik Ekonomistler Birliği’nin toplandığı Eugene, Oregon’a gitmiştik. 1976’da Toronto’daki York Üniversitesi’nde lisansüstü okula gittim ve birkaç yıllığına Marksist ekonomi politiğiyle derinden ilgilenir oldum. Düşen kâr oranı teorisini savunan bir makale yazarken son sayfasına geldiğimde, bunun mevcut durumumuza fiilen uygulanamayacağına karar verdim. Daha sonra, beni kapasite kullanımına ilişkin verilerle ve Avusturyalı Marksist iktisatçı Josef Steindl’in çalışmalarıyla tanıştıran -önde gelen revizyonist- ABD’li tarihçi Gabriel Kolko’nun danışmanlığında çalıştım. Bu beni Polonyalı Marksist Michał Kalecki’nin çalışmasına ve ardından Kalecki ve Steindl aracılığıyla Baran ve Sweezy’nin Tekelci Sermaye’sine götürdü. “Amerika Birleşik Devletleri ve Tekelci Kapitalizm: Aşırı Kapasite Sorunu” üzerine uzun bir makale yazdım. 1979 veya 1980’de Sweezy’ye gönderdim, bu onu etkiledi ve sonra yakın arkadaş olduk. 1989’da Monthly Review Foundation yönetim kurulu üyesi ve derginin yayın kurulu üyesi oldum. Dergi, 1990’ların sonunda editörlerin seksenli yaşlarında olması ve çalışmaların yavaşlaması nedeniyle çeşitli zorluklar yaşadı. York’ta birlikte çalıştığım Ellen Meiksins Wood, Harry Magdoff ve Paul Sweezy birkaç yıl yardımcı editör olarak devreye girdi. 2000 yılında McChesney ve ben, Magdoff ve Sweezy’ye editör olarak yardım ettik. Sırasıyla 2004 ve 2006’da Sweezy ve Magdoff’un ölümü ve McChesney’nin 2004’te diğer siyasi ve entelektüel sorumluluklar nedeniyle yardımcı editörlükten istifa etmesiyle (Monthly Review Vakfı’nın yönetim kurulunda kaldı), sonunda tek editör ben oldum. Bugün büyük ölçüde kolektif olarak faaliyet gösteriyoruz. Brett Clark yardımcı editör, Jamil Jonna iletişim ve teknoloji yardımcı editörü ve Sarah Kramer editör yardımcısı. Fred Magdoff ve Victor Wallis’in desteğiyle John Mage, Hannah Holleman ve Intan Suwandi’nin de dâhil olduğu güçlü, çok yetenekli bir yayın kuruluna sahibiz.

 

Bir sosyalist dergi editörü olarak bugüne kadar ne gibi zorluklarla karşılaştınız ve karşılaşıyorsunuz?

 

Zorluklar sonsuz ama elbette en büyüğü, ABD’de, genel olarak “sol” olarak adlandırılan şeyin aslında liberal, sosyal liberal veya sosyal demokrat olduğu ve büyük ölçüde kapitalizmi ve emperyalizmi desteklediği, ancak bazı açılardan Marksizm’den etkilenmiş olsa bile anti-Marksist olduğu bir siyasi ve sosyal ortamın olması. MR’ın kurucu editörleri Leo Huberman ve Sweezy, tıpkı Huberman’ın 1968’deki ölümünden sonra MR’ın yardımcı editörü olacak olan Magdoff gibi, 1950’lerde McCarthyci yargıçların karşısına çıkarıldı. MR böylece başından beri Baran’ın Lenin’den uyarladığı “Daha Küçük Ama Daha İyi” felsefesini benimsedi. Netliği vurguluyoruz ve sistem içinde saygınlık kazanmak için fikirlerimizi sulandırmayı reddediyoruz. (Tabii ki ABD toplumu içinde kabul görmemizin önemli bedelleri var.)  Çünkü bu yolu seçmek, varoluşumuzun asıl sebebini ortadan kaldırmak olacaktır. Daha ileri görüşlü ve anti-emperyalist bir bakış açısını vurguluyoruz. MR’ın alt başlığının “Bağımsız Sosyalist Dergi” olması da bizim için önemli. Sosyalistleri sık sık bölen fraksiyonculuktan kaçınmak ve anti-emperyalist, sosyalist sol için büyük bir çadır oluşturmak için elimizden geleni yapıyoruz. Dergide ele almaya çalıştığımız konu yelpazesi çok geniş ve yaklaşımımızın genel olarak “mükemmel” olduğunu düşünüyorum, ancak bazı alanlarda diğerlerinden daha başarılı olduğumuz ortada. Son zamanlarda, ırksal kapitalizm ve toplumsal yeniden üretim teorisi gibi alanları, her ikisine de özel sayılar ayırarak ele almaya çalıştık. Bunlar, MR geleneğinde derin kökleri olan, ancak her zaman istediğimiz düzeyde ele alamadığımız alanlardı.

 

Aylık kaç okurunuz ve aboneniz var?

 

Derginin 4.000’in üzerinde basılı abonesi var, aylık okuyucu sayımız ise bunun üç katından fazla, yani 12.000’i aşıyor. Ancak, bu buzdağının sadece görünen kısmı aslında. Çünkü makalelerimiz dünya çapında birçok farklı web sitesinde yeniden paylaşılıyor ve dünyanın her yerindeki farklı dillere neredeyse anında çevriliyor ve bu da gerçek okuyucu sayısını takip edilmesini zorlaştırıyor. Örneğin, dergi için yazdıklarımın çoğu artık neredeyse anında Çinceye çevriliyor, makalelerimiz de düzenli olarak İspanyolca, Türkçe, Korece ve diğer birçok dile çevriliyor. MR bu nedenle dünya çapında bir izleyici kitlesine sahip. Ayrıca bu sayılara, günlük olarak dergiden ayrı materyaller yayınladığımız MR Online’daki okuyucu kitlemiz dâhil değil. Ve tabii ki kitap yayıncılığı kolumuz olan Monthly Review Press’i de hesaba katarsak çok büyük bir okur kitlemiz var diyebiliriz.

 

MR Online ismiyle dijitale de geçiş yaptınız. Burada makaleler ücretsiz yayınlanıyor. MR, bir yandan bağımsız kalırken öte yandan kendisini sürdürebilecek geliri nasıl elde ediyor?

 

Derginin abonelik fiyatını, günümüz standartlarına göre bilinçli olarak düşük tutuyoruz. Dediğiniz gibi Monthly Review’dan ayrı olarak MR Online’da yer alan makaleler, herkesin erişebileceği ödeme mecburiyetinin dışında. Monthly Review bu nedenle normal bir iş modeline bağlı değil. Birçoğu aynı zamanda MR ortakları ve destekçileri olan basılı abonelerimizin sadakati sayesinde hayatta kalıyoruz. Derginin içeriğini, ödemeye gücü yetmeyenlere, Küresel Güney’de ve başka bir yerde başka türlü erişimi olmayanlara okuma imkânı tanımak için internet aracılığıyla erişime sunuyoruz. Daha eski, 20. yüzyıl makalelerimizin çoğu, yalnızca tam arşive erişimi olan aboneler tarafından kullanılabiliyor. Dergiyi çevrim içi formatın aksine orijinal hâliyle almak için doğrudan veya abonelik yoluyla satın almak veya kütüphaneler aracılığıyla erişime sahip olmak gerekiyor. Basılı dergiyi insanların elinde tutması, okuması, üzerinde çalışması ve arşivlemek isteyecekleri bir kaynak yapmaya çalışıyoruz. MR bu şekilde okunmak üzere tasarlandı. Bazı abonelerimiz kitap boyutunda olan dergimizi raflarına diziyor. MR’daki yazılar, yirmi beş hatta elli yıl sonra bile ilk yayınlandıkları andaki kadar anlamlı ve kalıcı olması için değişen tarihsel koşulları da hesaba katan bir analizden oluşuyor. Makaleleri kısaltmak ve internet bloglarıyla rekabet etmeye çalışmak yerine, insanların yoğun bir şekilde ihtiyaç duyduğu daha derinlemesine araştırma, bilgi ve eleştirel analizi sağlamaya odaklandık. Monthly Review’un yaklaşık yetmiş beş yıllık varoluşu boyunca bir sürekliliğe sahip olması ve onu oldukça benzersiz kılan karmaşık konularda bile netliğe vurgu yapması çok önemli. Şimdiye kadar MR okuyucuları, basılı dergiye abone olmaya devam ederek bizi desteklemekte kararlı oldu. Ana varlığımız, yaptıklarımıza olan bağlılıkları ve bundan sağ çıkma şeklimiz ve iç çekirdeğimizi oluşturan bir avuç insanın muazzam çabalarından oluşuyor. Monthly Review Press’in de yer aldığı operasyonumuzun tek parçası elbette dergi değil. Dergi ve yayınlar, her biri diğerini pekiştiren simbiyotik bir ilişkiye sahiptir. Ayrıca belirtildiği gibi, bize birçok yeni, özellikle genç okuyucu getiren MR Online’a sahibiz. Monthly Review Press’ten Rebecca Manski, web sitemizin Monthly Review Press sayfasında yayınlanan, çoğunlukla yazarların çalışmalarını tartıştığı bir video kolunu da faaliyetlerimize dahil etti.

 

Basılı yayından tamamen dijitale geçişi düşünüyor musunuz?

 

Hayır, bu bizim için geriye doğru bir adım olur. Derginin basılı hâli Monthly Review’un kalbi. Giderek daha nadir bulunan ve artık seçkin yayınlarda daha sık bulunan hem tamamen basılı hem de tamamen dijital olan bir yayınız. Tamamen dijital bir dergi olsaydık büyük olasılıkla hayatta kalamazdık.

 

Sence ekolojik meselelerin yayın programındaki yoğunluğu, Monthly Review’un kurulduğu günden bugüne nasıl değişmiştir? MR olarak ekolojik krizi ele alma konusundaki başarınızı neye bağlıyorsun?

 

Monthly Review her zaman doğa bilimleri ve insanın çevreyle ilişkisiyle ilgilendi. Albert Einstein “Neden Sosyalizm?” başlıklı yazısını MR’nin 1. cildi için 1949’da yazdı. Manhattan Projesi’nde fizikçi olan Philip Morrison ve ABD’deki en büyük sosyal çevre düşünürlerinden biri olan Scott Nearing gibi isimler yıllarca MR için bir köşe yazdı. Nearing, kitabı ilk yayınlandığında dergide Rachel Carson’ın Silent Spring (Sessiz Bahar) eserini kutladı. Meşhur The Limits to Growth’un (Büyümenin Sınırları) 1972’de yayınlanmasından kısa bir süre sonra, MR editörleri ekonomik büyümenin sınırlandırılması gerektiğini savundu. Ekolojik kriz derinleştikçe doğal olarak çevre teması dergide daha fazla öne çıktı. Bu yüzyılda, ekolojik sorun, gitgide daha büyük göründü ve böylece kuramsal bir bakış açısıyla Marksist ekoloji konularıyla birlikte dergideki baskın temalardan biri hâline geldi. Bu, bu alanda önemli çalışmalar yayınlamaya devam etmemize rağmen, dergideki ekonomik kriz analizinin eski baskın rolünü bir şekilde yerinden etti. MR her zaman merkezî olarak emperyalizmle ilgilenen bir politik-ekonomik yayın olmuştur, bu nedenle dergideki ekolojik kriz eleştirisini destekleyen bu entelektüel hatlara sahip. Giderek daha fazla politik-ekonomik ve ekolojik çelişkiler, artık insanlığın varlığını tehdit eden ve emperyalist sistemle ayrılmaz bir şekilde ilişkili olan sermayenin yapısal krizini birlikte oluşturuyor. Ekolojik krizi ele alma konusundaki başarımızın büyük bir kısmı, Monthly Review Press’in yöneticisi Michael Yates’e ait. Yates, çalışmaları esas olarak işçi sınıfı, emek ve sendikalar konularına yönelik olan, son derece yetenekli bir ekonomist. En son Work Work Work: Labor, Alienation, and Class Struggle’da (2022) güçlü bir ekolojik bakışı ele aldı. Monthly Review Press’in son zamanlarda prestijli Isaac ve Tamara Deutscher Memorial Ödülü’nü alan üç kitap yayınlaması da büyük ölçüde Yates’in bir editör olarak çalışmasına (aynı zamanda Paddio’nun çabalarına) bağlıydı. Bunlardan özellikle ikisi ekoloji odaklıdır. Marksist ekolojiye odaklanan Kohei Saito’nun “Karl Marx’ın Ekososyalizmi: Sermaye, Doğa ve Ekonomi Politiğin Yarım Kalmış Eleştirisi” ve benim “Doğanın Dönüşü” kitabım. (Diğer ödüllü kitap: Tamás Krausz’un “Reconstructing Lenin: An Intellectual Biography” kitabıdır.)

 

Son olarak John Bellamy Foster, dergi işlerinden arta kalan zamanlarda neler yapıyor?

 

Dergi dışında hâlen üniversitede, yılda birkaç ders veriyorum ve farklı bölümlerde lisansüstü öğrencilerle çalışıyorum ki bu çok zaman alıyor. Ayrıca MR’den nispeten bağımsız kendi araştırma ve yazılarım var. Son zamanlarda pek seyahat etmememe rağmen, bunu dünya çapındaki hareketleri destekleyen sosyalizm ve ekoloji üzerine konuşmalarla birleştirerek seyahat etmeyi seviyorum. İnternet üzerinden çok fazla konuşma yapıyorum. Çok fazla kurgu okuyorum. Bunun ötesinde hayatım, aileme ve arkadaşlarıma, topluma ve doğaya adanmış durumda. Zamanımızın çoğunu evde, dışarıda, her gün uzun yürüyüşler yaparak ve fırsat buldukça okyanusa ve dağlara geziler yaparak geçiriyoruz. Paul Lafargue’nin dediği gibi, tüm gerekli ve yaratıcı çalışmaların ötesinde, “Tembel Olma Hakkı”mız da var.

 

Kaynak: gastroeko.com

 

Yazının orijinal hâli için:

https://gastroeko.com/2023/07/31/john-bellamy-foster-bu-sistemde-doga-sermayeye-hediye-edilecek-bir-sey-olarak-goruluyor/

 

Hazırlayan: Müge Okur

 

T-Soft E-Ticaret Sistemleriyle Hazırlanmıştır.