21 Şubat 2025

IMP-LE-MEN-TA-TION - Osman Şenkul

imp-le-men-ta-tion-osman-senkul

IMP-LE-MEN-TA-TION

Osman Şenkul

 

İstanbul’da 2007 yılında, Türk Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği’nin (TÜSİAD) kapısının önünde, çok zamanlarda olduğu gibi, çok sayıda gazeteci toplanmış bekliyordu; beklenen kişi, dönemin Avrupa Birliği (AB) Komisyonu'nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Olli Rehn’di.

 

Rehn, birçok kez yaptığı gibi, o dönemde “AB kapısında” diye bilinen Türkiye’ye yaptığı ziyaretlerden birindeydi. Ankara’da hükümet düzeyindeki görüşmelerinin ardından İstanbul’a gelen Rehn, İstanbul Ticaret Odası ve İstanbul Sanayi Odası’nın 26 Kasım 1965 tarihinde kurduğu, Türkiye-AB ilişkileri alanında uzmanlaşmış olan İktisadi Kalkınma Vakfı’nı (İKV) ziyaretinin ardından TÜSİAD yöneticileriyle görüşüyordu.

 

Biz gazeteciler de, TÜSİAD’ın kapısında, görüşmelerde konuşulanlar ve kendisinin izlenimlerini almak için Rehn’e sorular sormak üzere kapının önünde bekliyorduk. TÜSİAD öncesi görüşmelerinden sonra yaptığı açıklamalara bakılırsa, Rehn gelişmelerden pek hoşnut değildi; işler öngörüldüğü gibi ilerlemiyor, isteniler sonuçlar alınamıyordu. Bu nedenle, ziyaretinin son durağı olan bu görüşmenin ardından söyleyecekleri büyük önem taşıyordu; soracağımız sorulara vereceği yanıtlar, bir tür “toparlama” olacaktı.

 

TÜSİAD kapısındaki heyecanlı bekleyişimiz, görevlilerin hareketlenmesiyle yeni aşamaya, ses ve görüntü kayıt cihazlarının hazırlanmasıyla geçti ve az sonra Rehn kapıda göründü. Kısa bir açıklamanın ardından soruları almaya başladı. Gerek önceki konuşmaları, gerekse çıkışta yaptığı kısa açıklama, genel hoşnutsuzluğunu yansıtıyordu; kısacası, Türkiye’nin AB üyeliğine hazırlıkları konusunda işler yolunda gitmiyordu. Bu nedenle, ilk çarpıcı soru geldi:

 

“Sayın Rehn, Türkiye, AB yolunda gerekli herşeyi yapıyor; istenilen uyum yasaları zaman yitirilmeden geçiriliyor, ayrıca bu yasaların gerektirdiği tüm idari kararlar alınıyor ve kararname ölçeğinde tüm resmi düzenlemeler, tam AB’nin istediği niteliklerde hazırlanıp, yayınlanıyor. Tüm bunlar yapılırken, siz neden Türkiye’nin AB yolunda istenildiği gibi ilerlemediğini, gelişmelerden hoşnut olmadığınızı söylüyorsunuz?”

 

Rehn, soruyu sonuna kadar dinledikten sonra, heceleyerek tek kelimelik bir yanıt verdi:

 

“Imp - le - men - ta - tion..!” (İmp - li - men - tey - şın…! / Uy - gu - la - ma)

 

Kelimenin tamamlanmasının ardından, bizde şaşkın yüz ifadelerle kısa süren sessizliğin ardından; Rehn devam etti:

 

“Bizim, Türkiye’nin uyum yasalarını çıkarması ve bunlara bağlı düzenlemelerin hazırlanması konusunda bir şikayetimiz olmadı; ancak, tüm bu yasalar, düzenlemeler yalnızca kağıt üstünde kaldılar. Oysa, bizim asıl istediğimiz AB’nin temelini oluşturan bu uyum yasalarının çıkarılması değil, tüm bu düzenlemelerin uy-gu-lan-ma-sı-dır… Biz elbette, yasal düzenlemelerin yapılmasını istiyoruz, ve Türkiye’nin bu yöndeki çalışmalarını takdirle karşılıyoruz; ancak, uygulamaları da görmek istiyoruz. Söz konusu düzenlemelerin tamamı, Türkiye AB üyesi olmadan da uygulanabilir düzeydedir; biz de, öncelikle bu uygulamaları görmek istiyoruz. Uygulama olmadığı sürece biz de doğal olarak, gelişmelerden hoşnut olamıyoruz…”

 

Türkiye’nin AB yolculuğu 1959 yılına dayansa da, gerçekte Türkiye'nin tam üyelik başvurusu 1987 yılında yapıldı ve 1999 yılında düzenlenen Helsinki Zirvesi'nde Türkiye'nin aday ülke olduğu teyit edildi. Aralık 2002 yılında yapılan Kopenhag Zirvesi'nde, “Türkiye, sunulan siyasi kriterleri yerine getirirse AB müzakerelere zaman kaybetmeksizin başlayacaktır” sonucuna ulaşıldı. Nitekim Avrupa Biriliği Komisyonunun hazırladığı, Türkiye'nin tam üyelik yolunda ilerlemesini değerlendiren 2004 raporu, Avrupa Konseyi’ne müzakerelere başlanmasını önerdi. Brüksel Zirvesi'nde (17 Aralık 2004), Türkiye-AB ilişkilerinde bir dönüm noktası daha yaşandı ve Zirve'de Türkiye'nin siyasi kriterleri yeteri ölçüde karşıladığı belirtilerek 3 Ekim 2005'te müzakerelere başlanması kararı alındı. Bir başka deyişle, Başbakan Bülent Ecevit yönetiminde atılan adımlarla bir üst aşamaya taşınan Türkiye’nin AB yolculuğu, AKP hükümetinin ikinci yılında daha da ileriye taşınmış oldu.

 

Ancak, sonraki dönemde bir türlü ileriye dönük adımlar atılamaz olmuştu. Kopenhag Kriterleri'nin içeriğine ilişkin AB Komisyonu'nun Gündem 2000 Raporu'nun Türkiye'deki siyasi durum hakkındaki değerlendirmesinde, Türkiye'de kişi haklarını ve ifade özgürlüğünü destekleme konusundaki sicilinin, “AB standartlarının bir hayli gerisinde” olduğuna dikkat çekiliyor ve Türkiye’nin “hukukun üstünlüğüne ve insan haklarına saygı göstermek için daha fazla çaba harcaması gerektiğinin” altı çiziliyordu.

 

Türkiye’den istenen gelişmelerin önceliklerini bu raporda da belirtildiği gibi, “hukukun üstünlüğü ve insan haklarına saygı” oluştursa da, aynı zamanda geniş ölçüde ekonomi temelli uyum yasası çalışmaları da yürütülüyordu. Ancak, Olli Rehn gibi daha birçok AB üst düzey yetkilisinin, gerek Türkiye ziyaretlerinde, gerekse Türkiye’den ilgililerin AB’nin çeşitli birimlerini ve merkezlerini ziyaretlerinde dile getirdiği gibi, Türkiye tarafı yalnızca “kağıt üstünde” kalan adımları atmaktan öteye gidemiyordu ve söz konusu “uy-gu-lan-ma-yan” yasal düzenleme ve kararların büyük bölümünü de, “hukukun üstünlüğü ve insan hakları” odaklı olanlar oluşturuyordu.

 

Art arda gelen uyarıların ardından kaçınılmaz karar geldi:

 

Avrupa Parlamentosu, 6 Temmuz 2017’de AB ile Türkiye arasındaki tam üyelik müzakerelerinin askıya alınması çağrısında bulunan bir kararı onayladı. Hukukun üstünlüğü, basın özgürlüğü ve yolsuzlukla mücadele gibi alanlarda geriye gidiş olduğunun savunulduğu raporun bir diğer dikkat çekici önerisi de Gümrük Birliği'nin güncellenmesine yönelik görüşmelere siyasi kriterlerin de eklenmesi oldu.

 

Yazının girişinde de üzerinde durduğumuz gibi, Olli Rehn’in, kapısının önünde ünlü sözü söylediği TÜSİAD da aslında, geçen hafta Türkiye gündemine bomba gibi düşen toplantısında dağıttığı raporunda, bu konuya değiniyordu; ancak, “sistem çöktü” sözünün etkisi, bu önemli saptamanın üzerine kalın bir sis perdesi örmüştü, ne yazık ki…

 

Oysa TÜSİAD”ın raporunda çok daha önemli bir noktaya değiniliyordu:

 

“Jeopolitik ve jeoekonomik gelişmeler doğrultusunda AB genişleme politikası yeniden canlandı. Öte yandan AB, küresel sistemin değişen dinamiklerine paralel olarak, zaman zaman kendi kuruluş ilkelerine aykırı bir şekilde al-ver ilişkisine dayalı bir model de benimseyebiliyor. Ancak, Avrupa Birligi hâlâ küresel ekonomide ve siyasette kilit bir aktör olmayı sürdürüyor. Küresel rekabette zorlanan AB, bu konumunu güçlendirmek için sanayi, ticaret, döngüsel ekonomi ve ekonomik güvenlik alanlarında yeniden yapılanmayı hedefliyor. Avrupa iş dünyasını temsil eden BUSINESSEUROPE da Avrupa’nın rekabet gücünü artırmaya yönelik politika değişikliklerini destekliyor. Türkiye ile Gümrük Birliği’nin güncellenmesini AB'nin rekabetçilik hedeflerine katkı sağlayacak unsurlar arasında konumlandırıyor. Bu gelişmeler ışığında, Türkiye’nin AB ile olan ekonomik ortaklığını daha geniş bir jeostratejik çerçevede ele almasının tam zamanı. AB ile derinleşen entegrasyon, Türkiye’nin küresel düzeyde hem ekonomik hem de siyasi açıdan daha güçlü bir konuma gelmesine katkı sağlayacaktır.”

 

TÜSİAD’ın raporunun, “Daha Müreffeh Bir Gelecek İçin Türkiye-AB Ortak Yol Haritası” başlıklı bölümünde, aşağıdaki adımların öncelik taşıdığı vurgulanarak, şöyle deniliyordu:

 

• AB ile tam üyelik perspektifiyle entegrasyon odaklı işbirligi sürecinin işletilmesi; göç başta olmak üzere kısa vadeci ilişki modelinden uzaklaşılması.

 

• Türkiye-AB Gümrük Birliği’nin; yeşil ve dijital dönüşümü içerecek sekilde, hizmetler, tarım, kamu alımları, anlasmazlıkların çözümü mekanizmalarını kapsayarak güncellenmesi.

 

• “AB’ye Katılım için Ulusal Eylem Planı”mızın güncellenmesi ve bu süreçte iş dünyası ile yakın çalışılmaya devam edilmesi.

 

• AB ve AB üyesi ülkeler ile Türkiye’nin kamu otoriteleri ve STK’ları arasında yeşil ve dijital dönüşüm, enerji, ulaştırma, teknoloji ve yenilikçilik, stratejik değer zincirleri gibi kilit alanlarda düzenli diyalog mekanizmalarının etkili şekilde işletilmesi.

 

• AB-Türkiye arasında en üst düzey karar alma organı olan ve son toplantısı 2014’te  gerçekleşen “Ortaklık Konseyi”nin yeniden işler hale getirilmesi. Başlatılmıs olan Ticaret Diyalogu’nun etkin şekilde devam etmesinin yanı sıra, Enerji ve Ulaştırma alanlarında diyalog mekanizmalarının yeniden başlatılması.

 

• Ülkemizin hukuk devleti, demokrasi, yesil ve dijital dönüşüm gibi alanlarda AB reform gündemini yeniden işler hale getirmesi.

 

TÜSİAD, bu kapsamda asağıdaki adımların öncelikli olduğunu vurgulayarak, yukarıda üzerinde durduğumuz konuların altını çizerek ortaya koyuyordu:

 

• Türkiye’nin hukukun üstünlüğünü ve insani kalkınmayı gözeten siyasi, ekonomik, toplumsal politikaları bir bütün olarak hayata geçirmesi.

• Bu adımların Türkiye’nin öncelikle kendi vatandaşları için daha iyi işleyen bir demokrasi, hukuk sistemi ve refah saglayacagının dikkate alınması.

 

• Çağdaş uygarlık hedefi dogrultusunda AB ile tam üyelik perspektifinde entegrasyon sürecinin yeniden bir ilerleme çıpası haline getirilmesi.

 

• Farklı coğrafyalardaki ülkeler ile kural ve ilke temelli, çok yönlü ilişki geliştiren bir dış politika izlenmesi.

 

Görüldüğü gibi, TÜSİAD’ın ayrıntılı bir şekilde üzerinde durduğu bu önemli perspektif, toplantı sonrasında, güçlendirilmiş başkanlık sisteminin tepe noktalarından yükselen uyarılar ve ardından gelen “soruşturma kararı,” toplantının tamamından yükselen tüm önemli mesajları “oldukça becerikli bir şekilde” kapatmayı başardı. Özellikle “darbeciler” yakıştırmasıyla öne çıkan dört koldan saldırılar, çok daha önemli bir saptamayı “gölgelemeye” çalışıyordu. Çünkü, TÜSİAD’ın “gölgede kalan” AB çıkışının yanında, çok daha güncel ve çarpıcı sözler ise, “derinleşen gelir dağılımı adaletsizliği”ne dikkat çekiyordu.

 

TÜSİAD'ın 13 Şubat'ta toplanan Genel Kurulu'ndaki konuşmasında Orhan Turan, son dönemde yaşanan tutuklamalardan ihraç edilen teğmenlere, Kartaltepe yangını, İliç madeninde toprak kayması ve depremler gibi kamuoyunda ihmal şüphesiyle gündeme gelen olaylara ve küresel gelişmelere geniş yelpazede konulara değinmişti.

 

Hukukun üstünlüğüne vurgu yapan TÜSİAD yöneticileri, enflasyonla mücadelenin maliyetine katlanmanın giderek zorlaştığını söylemişti. "Türkiye'nin en önemli sorunu eğitim ve hukuk" diyen Turan, "Bütün bunlar olmayınca nitelikli eleman olmuyor. Bu yüzden fason üretim merkezi oluyoruz. Sorgulayan bir eğitim sistemine ihtiyacımız var. Teknoloji ve eğitimden tasarruf yapmamamız gerekiyor ve daha çok kaynak ayırmalıyız" diye konuştu ve ekledi:

 

"Bir an önce bizim enflasyonla mücadele ederek tek haneye düşürmemiz lazım. Yapısal reformlarla sıçramamız lazım... Ne iş yaparsak yapalım teknolojiyi önümüze almamız lazım. Yeşil dönüşümle daha az enerji ile üretim yapmalıyız. Biz Türkiye'nin sorunlarına yol göstermek ve çözüm üretmek için varız."

 

Toplantının dışında, farklı yerlerde ve programlarda hukukun üstünlüğüne vurgu yapan TÜSİAD yöneticileri, “enflasyonla mücadelenin maliyetine katlanmanın giderek zorlaştığını söylediler ve gelir dağılımındaki ağır bozulmanın temelinde de bunun olduğuna dikkat çektiler. TÜSİAD yöneticilerinin bu açıklamaları, oldukça somut verilere dayanıyor elbette.

 

Artık, Türkiye İstatistik Kurumu’na (TÜİK) göre dahi, Türkiye dünyada yüksek enflasyon şampiyonluğuna oldukça yakın düzeylere tırmandı. Özellikle, yıllar boyu hiper-enflasyonla anılan Arjantin’de aylık enflasyon, Ocak ayında yüzde 2,2’ye gerileyerek 2020 ortasından bu yana en düşük düzeyine inerken, Türkiye’de Ocak enflasyonu TÜİK’e göre dahi; yüzde 5,03 düzeyine yükseldi. Oldukça acı bir reçetenin uygulandığı, başta dar gelirliler olmak üzere tüm kesimlerin bedel ödediği bir dönemde yüzde 5,03 aylık enflasyon çok yüksek; ayrıca, daha da çarpıcı olanı, bu aylık oran dünyada tam 132 ülkenin yıllık enflasyonunun üzerinde. Aylık enflasyon İstanbul Ticaret Odası’na (İTO) göre yüzde 5,16’yı, İstanbul Planlama Ajansı’na (İPA) göre 7,1’i ve Enflasyon Araştırma Grubu’na (ENAG) göre ise yüzde 8,22’yi buluyor.

 

Tüm bunlar yaşanırken, asgari ücrete yapılan zam yüzde 30’da, emekli maaşlarına yapılan zamlar yüzde 15,75’te kalırken, kamunun yerlerde sürünen bu zamlarını temel alan birçok özel sektör kuruluşunda, toplu sözleşmelerde ya da sendikasız işletmelerde bu oranlara yakın ücret artışları dayatılıyor.

 

Bu aşamadan sonra, TÜSİAD Başkanı hakkında başlatılan soruşturmanın nerelere kadar gideceğini kestirmek zor; ancak, etkisinin oldukça büyük olduğu açık… Yalnızca açıldığının duyurulması dahi bu denli etkili olan ve TÜSİAD’ın dile getirdiği, ülkenin oldukça önemli sorunlarını geride bırakan soruşturmanın hangi noktaya kadar ilerleyebileceğine ilişkin bir fikir olmasa ve geleceğe ilişkin beklentileri söndürse de, nelerin üzerini örtebildiğini gördük.

 

T-Soft E-Ticaret Sistemleriyle Hazırlanmıştır.