08 Mayıs 2023

chp Kürt Sorunun Çözümünde Ne Dedi? Bir De Benden Dinleyin!

chp-kurt-sorunun-cozumunde-ne-dedi

Bizimki bir adım ileriye, iki adım geri attığımız, bazen sonu gelmeyecekmiş gibi hissettiren bir çile yolculuğu sanki. Sevgili Ahmet Kaya’nın Yorgun Demokrat şarkısının sözleri, bir anlamda bu çileli yolculuğun özeti.

Kürt sorunu soyut, muhayyel, zihinlerin ürettiği bir sorun değil. Hayatlarımızın her alanına sirayet eden, yeni kuşakların yaşamlarına yön veren, zihin dünyalarını şekillendiren, toplumsal, siyasal, iktisadi, kültürel alanları belirleyen, baskıyla, kutuplaşmayla, bölünmeyle, çatışmayla, kanla, ölümle atbaşı giden buz gibi soğuk, kaya gibi sert bir sorun. Yani Kürt sorunu, Tayyip Erdoğan’ın iktidara geldikten sonra, 2004 yılında söylediği gibi “düşünmezsen yoktur” denebilecek bir sorun değil. Düşünsen de, düşünmesen de bu sorun somut adımlarla çözülmediği sürece vardı, var ve var olacak.

2004 yılında “düşünmezsen yoktur” diyen Tayyip Erdoğan 2005 yılında Diyarbakır’a gelip “Kürt sorunu benim sorunumdur” demek zorunda hissetmişti kendisini. Bunun nedeni Erdoğan’ın gerçekten bu sorunu kendi sorunuymuş gibi hissetmesinden değildi elbette. Erdoğan’ın bırakın Kürt sorununu kendi sorunu gibi hissetmesini, Kürtlerin yaşadığı hiçbir duyguyla empati yapamadığı da artık biliniyor. Ama Erdoğan bile 2005 yılında bu sorun varken yeni devraldığı ülke yönetimini sürdürümeyeceğini idrak etmişti. Dolayısıyla bir şeyler yapmasa bile, bir şeyler söylemeliydi. Nitekim iktidarı boyunca Kürt sorununun çözümü için söylem dışında hiçbir şey üretmedi. Dahası, Erdoğan yirmi yıl boyunca Kürt sorununu o kadar istismar etti ki, çözüm konusunda üretilmiş olan söylemleri bile kullandı, suistimal ve tahrip etti. Bu tutumu bugün artık çok açık ki kendisinin muhafazakar ümmetçi ve milliyetçi felsefesinden kaynaklı bir tutum olarak şekilleniyordu.

O yüzden 2022 yılı itibariyle gökkubbe altında Kürt sorununa, Kürt sorununun çözümüne dair söylenmemiş söz kalmadığı gibi, kurulabilecek yeni sözlerin de anlamı tüketildi. Bu nedenle somut başlıklar altında ilerlemek dışında bir seçenek kalmadı.

Bu bir yanıyla olumlu bir gelişme aslında. Çünkü şimdiye kadar Kürt sorunuyla ilgili süreçler iki boyutta ilerliyordu. Bunlardan en yaygın olanı söz ve söylem, dar olanı ise icraat. Belki de AKP, söylem alanı daraldıkça icra edilecek bir alan da kalmayacağını düşünegeldi. Yani söylem alanını, sözü tamamen tüketirsek artık Kürt sorununda düşünecek ve yapılacak bir şey kalmaz diye düşünüldü. Bu da Erdoğan’ın 2004’teki “düşünmezsen yoktur” yaklaşımıyla örtüşüyor.

Fakat başta da altını çizdiğim gibi, Kürt sorunu düşünseniz de, düşünmeseniz de var. Somut adım atılmadıkça da var olmaya devam edecek.

Cumhuriyet Halk Partisi geleneği, 1990’lı yıllarda ülkenin gidişatını belirleyen ve yeni bir boyut kazanarak tüm Türkiye’ye yayılan Kürt sorununun çözümü konusunda SHP’nin 15 Mayıs 1990 tarihli “Doğu ve Güneydoğu Sorunlarına Bakışı ve Çözüm Önerileri” başlıklı raporuyla birlikte çözümcü bir perspektif sunmuştu. Ne yazık ki bu rapordakiler dâhil, yapılan pek çok çalışmada elde edilen bulgular ve öneriler hem dönemin siyasi iktidarları tarafından hem de CHP geleneğince sahiplenilmediği için tozlu raflarda tutuldu.

Oysa SHP’nin 1990 tarihli Kürt Raporu, sorunun güncel, tarihsel ve giderek yapısal yönlerini o döneme ve koşullara göre şaşırtıcı derecede geniş bir perspektifle tanımlıyor, gerçekçi çözüm önerileri sunuyordu. Zaten söz konusu raporun, arada otuzu aşkın yıl geçmesine rağmen hâlâ referans olarak gösterilmesi de bu nedenledir.

1925’te Abdülhalik Renda’nın, Cemil Uybadın’ın raporları, Şark Islahat Raporu, Umum Müfettişlik Uygulaması, Dersim Raporları güvenlikçi perspektifle hazırlanmış ve sorunu çözmenin değil, çeşitli göç ve asimilasyon politikalarıyla, bu kimliği görmezden gelmenin yöntemlerini sunuyorlardı.

1935 tarihli İsmet İnönü Raporu’nda da “İhmal ve kötü yönetim Doğu illerini bitirmiştir” tespiti yapıldıktan sonra, “Ehil olmayan devlet memurları ve idareciler keyfi kararlar aldıkları için sorunlara çözüm üretilememiştir” deniliyordu.

1924 yılında Birecik’te kaymakamlığa başlayıp 1931 yılına kadar bölgede, Diyarbakır, Bitlis ve Muş’ta mülki amirlik yapmış olan Abidin Özmen’in 1935 raporunda Kürtlerin ayrı bir halk olarak varlığı kabul edilirken, bu kimliğin ortadan kaldırılması konusunda yine çeşitli iskan ve asimilasyon politikaları öneriliyordu. Yıllar sonra, 2014 yılında yayınlanan “Şehir, Orta Sınıf ve Kürtler” isimli kitabında akademisyen Cenk Saraçoğlu bu türden yaklaşımları genel olarak “tanıyarak dışlama” şeklinde kavramsallaştıracaktı.

Celal Bayar’ın 1936 tarihli raporu da bölgedeki sorunun varlığını teslim ediyor ama yine de gerçekçi bir çözüm önerisi yerine çareyi asimilasyonist politikalarda, bölgeye “iyi idareci” göndermede, askeri tedbirlerde görüyor, “tanıyarak dışlama” yaklaşımından geri durmuyordu.

Sonraki yıllar boyunca, 1990’lara gelene kadar, hazırlanan raporlarda, yapılan siyasi tartışmalarda Kürt meselesinin gerçek kaynağına inilmek yerine, devletin resmi politikasının hangi koşullarda veya yöntemlerle başarılı olacağına odaklanıldı ve Kürt sorunu hep bir “idare meselesi” olarak görüldü.

12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında Diyarbakır Cezaevi’ndeki vahşet boyutlarını aşan uygulamaları da esasen bu geleneksel politikanın bir uç noktası olarak görmek gerekiyor.

Yaşım dolayısıyla devletin Kürtlere ve Kürt melesesine yönelik yaklaşımının ilk somut tanıklığım benim açımdan 12 Eylül darbesiydi. Esasen 12 Eylül, kendinden önceki Kürt sorununu aratacak yeni bir Kürt sorununun başlangıcıydı.

Zihnime, duygularıma, düşüncelerime, kendimi insan hakları mücadelesine adayışıma yön veren o dönemi kısaca hatırlatmadan TBMM’de Kürt sorununun çözümü için yıllardır yürüttüğümüz mücadeleyi anlatmak istemem.

Hukuk eğitimi almaya başladığım günlerin Türkiye’de insan hakları ihlallerinin en yoğun yaşandığı 12 Eylül günlerine denk gelmesi acı bir tesadüf olsa gerek.

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kaydımı yaptırmak için Diyarbakır’dan yola çıktığımda 12 Eylül askeri darbesinin üzerinden henüz sadece dört gün geçmişti. Geleceğin belirsizlik perdesiyle kapatıldığı günlerin başlangıcıydı, bunu biliyorduk. Aslında bildiğimiz tek şey, baskı ve zulüm dışında, gelecek hakkında hiçbir şey bilemeyeceğimizdi.

16 Eylül 1980, henüz kimseyi tanımadığım İstanbul’a ilk gidişimdi. Tüm Türkiye için uzun yıllar sürecek hüzünlü bir sonbahar başlıyordu. Sokaklarda askerler dolaşıyor, darbeciler muhalif avına çıkıyor, evler, işyerleri basılıyor, hapishaneler yavaş yavaş dolduruluyordu.

O zamanlar Fatih’teki Katip Kasım Camii’nin bitişiğinde Diyarbakırlı öğrencilerin kaldığı Diyarbakır Öğrenci Yurdu vardı. Ama 12 Eylül darbesinin etkisiyle yurt açılmadığı için üniversiteye kayıt sürecinde, öğretmen olan babamın eski bir öğrencisine ait Aksaray’daki Belde Oteli’nde kaldım. Kayıt işlemlerini bitirir bitirmez de soluğu tekrar Diyarbakır’da, baba evinde aldım.

Babam Diyarbakır’ın Kulp ilçesi Ağaçlı (Cixse) nahiyesinden, Köy Enstitüsü mezunu bir sınıf öğretmeniydi. Tüm Öğretmenler Sendikası (TÖS) ile Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği (TÖBDER) gibi meslek örgütlerinin Diyarbakır şubelerinin kuruluşunda yer almıştı. Solcuydu. Dolayısıyla 12 Eylül darbesinden birkaç gün sonra gözaltına alındı. Yaklaşık bir hafta Tarık Ziya Ekinci, Hamit Karakoç, Gani Sungur ile birlikte gözaltında kaldı ve ardından serbest bırakıldı. Daha sonra TÖBDER ile ilgili açılan davada yargılandı.

Büyük ağabeyim Vildan Saim, Devrimci Demokratik Kültür Derneği’nin (DDKD) genel sekreteriydi. 1979 yılının Nisan ayında Diyarbakır’da sıkıyönetim ilan edilmişti. Ağabeyim o yıl yaptığı bir konuşma nedeniyle Van’da tutuklandı. Oradaki davasından sonra Diyarbakır’a tutuklu getirildi ama darbe olmadan önce tahliye edilmişti. Mayıs 1980’de kaçak yollardan Suriye’deki Qamışlo’ya, oradan da iki sene sonra İsveç’e geçti. Muhtemelen darbeden önce ülkeyi terk etmeseydi, Diyarbakır Cazaevi’ndeki vahşetin mağdurlarından biri olacaktı.

Ondan bir küçük olan Ercan ağabeyim tıp fakültesi öğrencisiydi. Parlak bir gençti. O da gözaltına alındı, tutuklandı ve maalesef Diyarbakır Cezaevi’nde kaldı.

Ablam Bircan Diyarbakır Ziya Gökalp Ortaokulunda matematik öğretmeniydi. DDKAD (Devrimci Demokrat Kadınlar Derneği) Diyarbakır şubesi kurucusu ve sekreteriydi. O da gözaltına alındı ama neyse ki serbest bırakıldı. Gerçi sonra görevinden uzaklaştırıldı ve uzun süre öğretmenlik yapamadı ama işkence tezgâhından geçmemiş olmak o darbe günlerinde herkesin tek teselli kaynağıydı.

12 Eylül’ü Diyarbakır’da işte böyle karşıladık. Kimi gözaltına alınıp tutuklanıyor, kimi kaçak hayatı yaşıyor, kimi görevden ihraç ediliyor, kimi işkence görüp bırakılıyor, tekrar aranmaya başlanıyor, kimi de başına ne geleceğini bilemeden bu kara bulutun semalarımızı terk etmesini beklemek üzere sonu belirsiz bir yolculuğa, yurt dışına gidiyordu.

Diyarbakır Cezaevi’ndeki işkencelerden çıkan iniltiler kısa süre içinde tüm bölgeye yayılmış, yapılan vahşet dilden dile aktarılmaya başlanmıştı. 

Şu an AKP’de siyaset yapan Hüseyin Yayman, 2011 yılında iktidara yakın SETA için hazırladığı “Türkiye’nin Kürt Sorunu Hafızası” isimli kitapta, PKK öncesi 28 Kürt isyanını tek tek sıraladıktan sonra aynen şöyle yazıyor:

“Cumhuriyet döneminde meydana gelen bu hadiselerde isyancıların silahlı gücü kimi zaman 150, kimi zaman ise 5.000 olmuştur. 27 Kasım 1978’de Lice’nin Fis Köyünde kurulan PKK bu listenin 29. halkasını oluşturmaktadır. Son isyan Cumhuriyet tarihi boyunca yaşanan tüm olayların en kapsamlısı, en uzun sürelisi ve en fazla kayıp verileni olmuştur. Şeyh Sait İsyanı’na yaklaşık 5000, Ağrı İsyanı’na 800-1500, Dersim İsyanı’na ise 3000 silahlı kişinin katıldığı ileri sürülmektedir. PKK’nın doğuşuna kadar gerçekleşen ayaklanma ve isyanların en uzun sürelisi 7 ayla Dersim olmuştur. Şeyh Sait İsyanı dört buçuk ay sürmüş; diğer hadiseler ise iki günle iki ay arasında süren zamanlarda cereyan etmiştir.” (Sayfa 55)

1978’de kurulan PKK, eğer Diyarbakır Cezaevi’ndeki vahşet olmasaydı, giderek zayıflayan diğer Kürt örgütlerinden biri olabilirdi. Elbette bu, Kürt sorununun çözülmesi anlamına gelmeyecek ama muhtemelen farklı bir tarih yazılacaktı.

Fakat örgüt 1984 yılında Eruh ve Şemdinli baskınlarıyla adını duyurduktan kısa süre sonra hızla büyüdü. Örgüt büyüdükçe dönemin iktidarları ve güvenlik aygıtları, geçmişten gelen bir ezberle baskı yöntemlerini artırdı, sivilleri de içine alan şiddet politikalarına hız verdi ve bu politikalar da PKK’nin büyümesi açısından çarpan etkisi yarattı.

1980’lerin Diyarbakır Cezaevi ortamı, 1990’ların OHAL rejimiyle birlikte Diyarbakır’dan Tunceli-Dersim’e, Elazığ’dan Hakkâri’ye, Şırnak’tan Van’a, bütün bölgeye yayıldı. Üç binin üzerinde köy ve yerleşim yeri yakıldı, boşaltıldı. İki milyona yakın sivil, Türkiye’nin batısına sürülerek iç göçmen haline getirildi. Binlerce insan zorla kaybedildi veya faili meçhul cinayetlere kurban gitti. Kültürel, sosyal, ekonomik, siyasi kısıtlamalarla Kürtler nefes alamaz hale getirildi.

Bununla paralel bir süreçte devlet içinde çeşitli suç şebekeleri oluştu. Çatışmalar derinleştikçe, 1990’ların OHAL rejiminin bürokraside, yargıda, mülki amirliklerde, kolluk kuvvetleri içinde nasıl bir çürüme yarattığını 3 Kasım 1996’daki Susurluk Kazası sayesinde gördük. Fakat Susurluk skandalının hakiki bir yüzleşmeye, hesaplaşmaya vesile edilmemesi 1990’ların mirasını 2000’li yıllara da taşıdı.

1980’den 2000 yılına kadarki yirmi yıllık süreç, istisnai dönemleri saymazsak, baştan sona karanlık bir dönem olarak hafızalara kazındı. 15 Şubat 1999 tarihinde PKK lideri Abdullah Öcalan’ın yakalanıp Türkiye’ye getirilmesinin yarattığı “bu işi bitirdik” yanılgısına, Öcalan’ın direktifiyle PKK üyelerinin Türkiye’yi terk etmesinin yarattığı rehavet eklendi. 2 Kasım 2002 seçimlerinde AKP, Susurluk Kazası’nın unutulduğu, Öcalan’ın yakalandığı, PKK üyelerinin Türkiye dışında bulunduğu bir Türkiye’yi devraldı ve “düşünmezsen Kürt sorunu yoktur” anlayışıyla yola koyuldu.

Fakat başta da belirttiğim gibi, Kürt sorunu Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren kimi zaman Kürt kimliğinin inkârıyla, kimi zaman da Kürt sorununun varlığının inkârıyla “idare” edilmeye çalışıldı. AKP iktidarı ilk yıllarını Kürt sorununun varlığının inkârıyla geçirdi. Fakat 2004 yılında çatışmalar tekrar başladı ve 2009 yılına gelindiğinde korkunç boyutlara ulaştı. AKP’nin Kürt sorununu istismarının ilki, Erdoğan’ın 2005 yılında Diyarbakır’a gelip “Kürt sorunu benim sorunumdur” sözünü sarfettiği halde bu sorunun çözümü için hiçbir adım atmamasıyla başladı, 2009’daki Oslo görüşmeleriyle devam etti, 2013-2015 yılları arasındaki “Çözüm Süreci”’ yle de zirve noktasına ulaştı.

Çözüm Süreci’nin AKP’nin Kürt sorununu suistimal etme süreci olduğu aslında daha ilk günlerde ortaya çıkmıştı.

16 Aralık 2012’de MİT Müsteşarı Hakan Fidan, İmralı’da Abdullah Öcalan’la görüşmüş, iki hafta sonra, 29 Aralık 2012 günü Başbakan Tayyip Erdoğan katıldığı TRT yayınında bu görüşmeyi teyit etmişti. 3 Ocak 2013’te de HDP’nin öncülü olan Barış ve Demokrasi Partisi’nden Ahmet Türk, Altan Tan ve Ayla Akat Ata’nın İmralı’ya giderek Öcalan’la görüşmesi sağlanmıştı. Anamuhalefet partisi olarak CHP’nin bu sürece yönelik tutumunun ne olacağı merak ediliyordu. Çünkü CHP’nin destek verip vermemesi sürecin selameti açısından çok kritik olacaktı.

Bunun üzerine 5 Ocak günü CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu tereddüte, soru işaretlerine, farklı yönlere çekilmesine fırsat vermeyecek netlikte, tarihi bir açıklama yaptı: “Geçmişteki bütün hatalara karşın, AKP’ye yeni bir kredi açıyoruz. Çözün sorunu!”

Kılıçdaroğlu’nun bu açıklaması, sürecin gerçekten de başarıya ulaşmasını istemesi halinde iktidar açısından inanılmaz bir destek anlamına geliyordu. Böylece kamuoyunun ikna edilmesi, TBMM’ye çözüm konusunda getirilecek düzenlemelerin yasalaşması ve en önemlisi de barışın toplumsallaşması çok daha kolay ve mümkün hale gelecekti.

Burada izninizle şahsi bir parantez açmak istiyorum.

2010 yılında, CHP’nin başına yeni geçmiş olan Sayın Kılıçdaroğlu tarafından davet edildiğimde, partiye katılma konusunda çok az terüddüt yaşadım. Çünkü Sayın Kılıçdaroğlu’nun Kürt sorunu konusunda samimi bir açılım yapmak istediğini, yüz yıldır ülkenin ayaklarına pranga olmuş bu sorunu çözme isteğinin de siyasi çıkar hesaplarından uzak olduğunu gördüm. CHP’ye davet edilmem aynı zamanda Kılıçdaroğlu’nun partiyi, daha önce sokulduğu dar kalıptan çıkarma hedefiyle de örtüşüyordu. Zira SHP’nin 1990 raporu her ne kadar çağın ilerisinde olsa bile, bu siyasi gelenek ne yazık ki daha sonra bu raporun sunduğu perspektiften uzaklaşmış ve Kürtlerin nazarındaki değerini büyük ölçüde kaybetmişti. Bu da CHP’yi Doğu ve Güneydoğu’da etkisiz bir parti haline getirmişti.

Kılıçdaroğlu’nun kendisinden önceki yönetimin çıkarıp askıya astığı sosyal demokrat gömleğini tekrar CHP’ye giydirirken yaşadığı sorunlar, zorluklar biliniyor. Benim CHP’ye davet edilmem de belli çevrelerde rahatsızlık yaratmıştı. Bir taraftan AKP medyası saldırıyor, bir yandan CHP’nin değişimine ayak diretenler homurdanıyor, bir taraftan da “CHP değişmez” diyen bazı kesimler “senin orada ne işin var” sözleriyle serzenişlerini dile getiriyordu.

Fakat değişim seyirci kalınarak, mücadele edilmeyerek sağlanamaz. Kılıçdaroğlu’nun başta Kürt meselesi olmak üzere ülkedeki tüm sorunların çözümü konusunda CHP’yi iktidara hazırlama yolculuğuna dâhil olmanın uzun bir mücadele gerektirdiğinin farkındaydım. Aradan geçen 12 yılda Kılıçdaroğlu’nun Türkiye’nin demokratikleştirilmesi konusunda gösterdiği istikrarlı tutum grafiğe dökülse, sürekli ileriye doğru devam eden hep yükselen bir çizgi oluşur. Buna mukabil Erdoğan’ın günübirlik çıkarlara, seçimlere, krizleri unutturmaya odaklı, sorunları çözmek yerine kullanmaya dayalı siyasi geçmişi grafiğe döküldüğünde, ortaya bir çizgi değil, takip edilmesi imkânsız bir zikzak ve giderek dibe vuran bir tablo ortaya çıkar.

Çözüm süreci ise bu zikzağın en çarpıcı iniş-çıkışına işaret eder.

Burada parantezi kapatıp kaldığımız yerden devam edelim.

Kılıçdaroğlu’nun 5 Ocak 2013’te çözüm süreci konusunda AKP’ye verdiği kredinin AKP tarafından ayakta alkışlanmaması için tek bir neden olabilirdi: Kürt sorununu kendi siyasi çıkarları için suistimal etmek!

Nitekim öyleydi de!

Tayyip Erdoğan ve emrindekiler çözüm sürecine başlarken belli bir plana sahipti. Bu planda Kürt sorununun siyasi çıkar hesaplanmaksızın çözümü hiçbir zaman yoktu. Temel hedef Kürt sorununu çözüyor gibi yaparak AKP iktidarını kalıcılaştırmak ve esas olarak Erdoğan’ın başkanlık hayalini gerçekleştirmekti.

O yüzden de Kılıçdaroğlu’nun bu süreci desteklemesi, Erdoğan’ı küplere bindirdi. Kılıçdaroğlu’nun açtığı krediyi Erdoğan ertesi gün, 6 Ocak 2013’te elinin tersiyle iterek şöyle dedi:

“Anamuhalefet partisi diyor ki, ‘Kredi veriyoruz’. Kendisi muhtac- ı himmet bir dede, nerede kaldı gayrıya himmet ede... Sen nereye kredi vereceksin, sen krediye muhtaçsın. Hangi krediyi vereceksin? ‘Bu işin çözüm yeri Meclis’tir’ diyor. Meclis’te bununla ilgili bugüne kadar çok bilgiler verildi. Fakat yenilen pehlivan güreşe doymamış. Bunlar, buna doymuyor.’

Erdoğan’ın bu açıklaması, daha yeni başlayan çözüm sürecinin aslında bir çözüm süreci olmadığının ilanıydı.

Kılıçdaroğlu’nun açık desteğine teşekkür etmesi beklenen Erdoğan, bir yandan bu desteği reddediyor, bir yandan da destek almamaktan şikâyet ediyordu: “Şu ana kadar olduğu gibi el ele vermemekte direnirsek, biz hala el ele vermiş değiliz onu söyleyeyim, ne yazılı görsel medyadan gerekli desteği alıyoruz ne sivil toplum kuruluşlarından... Bölücü terör örgütüyle böyle mücadele olmaz. Bu konuda herkesin üzerine düşeni yapması gerekir.”

Evet, inanılmaz ama gerçek!

Açık söyleyeyim; CHP’nin açtığı krediyi reddettiğini gördüğüm andan itibaren Erdoğan’ın Kürt sorununu çözmek gibi bir derdi olmadığını ve bu süreci kendi çıkarları için kullanmak dışında hiçbir hedefinin bulunmadığı hakkındaki kanaatim daha da güçlendi.

Çünkü 2006’da “kadın da olsa, çocuk da olsa” dediği Diyarbakır’ı yaşamıştım. 28 Mart 2006 günü şehirde başlayan eylemleri dindirmek için sağduyulu açıklama yapması gerekirken, Başbakan Erdoğan, “Terörün maşası haline gelen her kim olursa olsun, kadın da olsa çocuk da olsa gereken yapılacaktır” diyerek ateşe benzinle gitmiş, olaylar tüm bölgeye yayılmıştı.

O dönem başkanı olduğum Diyarbakır Barosu olarak hazırladığımız rapora göre dört gün süren olaylarda 13 kişi yaşamını yitirdi, 300’e yakın kişi yaralandı ve 543 kişi gözaltına alındı. Gözaltına alınanların 199’u 18 yaşından küçük çocuklardan oluşuyordu. Bu çocuklardan 91, 344 kişiden de 278’i tutuklandı. Baro olarak yaptığımız tespite göre çocuklar dâhil gözaltına alınan tüm yurttaşlar sistematik olarak işkenceye maruz bırakıldı.

Diyarbakır’ın üzerinden savaş uçakları uçuruldu, küçük çocuklar, yaşlı yurttaşlar polis kurşunlarının hedefi oldu ve daha sonra da Terörle Mücadele Kanunu genişletildi.

AKP iktidarının ilk dönemlerinde AB’ye girme hedefinin bir parçası olarak demokratikleşme çabaları sarf ettiği söylenir. Fakat AKP’nin ilk on yılındaki Kürt politikasına bakıldığında, demokratik adımların esamisi okunmaz. AKP’nin ilk on yılının, sonraki on yılından tek farkı, sık sık makyaj tazeleme ihtiyacı duymasıydı. Ama bu makyajın altındaki gerçek sureti göstermeye çalışanlara diş göstermekten, faşizan uygulamaları reva görmekten, hakaret ve tehdit etmekten geri durmayan bir yapısı vardı.

Ben şahsen bunu bizzat Erdoğan’ın gözlerinde görme “şansına” erişenlerden biriydim!

Diyarbakır Barosu başkanı olduğum sırada, Nisan 2008 tarihinde Diyarbakır’a gelen Erdoğan’la görüşmemizde kendisine Kürt sorununun yapısal yönlerini hatırlatmıştım. Çünkü 2005’te Diyarbakır’a geldiğinde “Kürt sorunu benim sorunumdur” demiş, çözüm konusunda bir paket açıklayacaklarını daha sonraki dönemde vaat etmiş, ama elbette hiçbir adım atmamıştı. Tayyip Erdoğan’a 2008’de Ankara’daki bir toplantıda “paket açıklayacaktınız, ne oldu? Hep ekonomik ağırlıklı ifade ediyorsunuz. Sorunun ekonomik değil, siyasi yönü de var” dediğimde, “ben sadece ekonomik bakıyorum. Ne varsa söyleyin” yanıtı vermişti. Bunun üzerine anadilin eğitiminin, kamu hizmetinde Kürtçe hizmet alınması önündeki engellerin kaldırılması konularını anımsattım. Erdoğan sorunu açıkça inkâr edip anadilde eğitimin dünyanın hiçbir yerinde olmadığını söyledi ve Almanya’daki Türkleri örnek verdi. “Almanya’daki Türklerle buradaki Kürtleri karıştırmayın” deyince, Erdoğan heyheylenip “yalan konuşuyorsun, dürüst değilsin” yanıtı verdi. Ayağa kalkıp “dürüstlüğümü kimseye sınatmam, bana hakaret edemezsiniz” diyerek salonu terk ettim.

Erdoğan’ın müzakere etmek gibi bir karakteri yoktu. O, kendi yol arkadaşları dâhil hiçbir insanla eşit bir ilişki kurmamıştı. Başkanlık hedeflerinin altında onun bu “tek adam olma” isteği, kimseyle eşit ilişki kuramama karakteri, yani esasen demokratlıkla uzaktan-yakından hiçbir alakasının olmaması yatıyordu. Fakat Kürt sorunu bağlamında Erdoğan, aynı zamanda eşit vatandaşlığı da hazmedemeyecek bir yaklaşım içindeydi. 2008’de bana cevap olarak “ben sadece ekonomik bakıyorum” demesi, ileride ülkeyi bir şirket gibi yönetecek ve batıracak olmasının erken habercisiydi aslında. Erdoğan sadece Kürt meselesine değil, ülkedeki her meseleye “ekonomik” bakıyordu.

Onun “ekonomik” bakışı daha sonra Gezi İsyanı’na da kaynaklık edecekti. Taksim’deki tek yeşil alan olan Gezi Parkı’nda ağaçları söktürüp yerine alışveriş merkezi kurmak isteyen Erdoğan’a ülkenin tüm “çapulcuları” gereken cevabı verdi. Ülke genelinde aylarca devam eden Gezi Direnişi, Erdoğan’ın siyasi hayatında hiçbir zaman unutamadığı, unutamayacağı bir ders oldu. Yeni kuşakların entelektüel potansiyelinin de bir nevi patlama yaşadığı, özgürlük tutkusunun zirveye ulaştığı Gezi İsyanı, AKP’nin “çözüm süreciyle” neredeyse aynı dönemde ortaya çıktı. Fakat Erdoğan’ın Gezi’ye yanıtı, Mart 2006’da Diyarbakır’da meydana gelen olaylara yanıtından farksızdı. “Kadın da olsa, çocuk da olsa” yaklaşımı bu sefer Beyoğlu’ndan başlayıp tüm ülkeye yayılmış, Gezi olayları sırasında korkunç bir polis şiddeti yaşanmıştı. Dahası, “yüzde 50’yi evlerinde zor tutuyoruz” diyen Erdoğan, açıkça bir iç çatışmanın işaretini vermiş, palalı, satırlı, silahlı yandaşları bazı bölgelerde insan avına çıkmıştı. O dönemde muhalefetin ve toplumun sağduyusu olmasa, Erdoğan’ın ülkeyi iç çatışmaya götürmekten bir an bile tereddüt etmeyeceği açıkça ortadaydı.

Gezi döneminde iktidarın gözü o kadar dönmüştü ki, gerçek manada vahşi bir şiddet uygulandı insanlara. Kağıt üstünde dokunulmazlığı olan bir milletvekili olduğum halde Gezi’de defalarca ağır polis şiddetine maruz kaldım. Gezi’deki polis şiddeti nedeniyle bir defa anjiyo olmak zorunda kaldım. Defalarca yüzüme, hatta gözlerimin içine bile gaz sıkıldı. Gezi olayları sırasında çok sayıda insan gaz fişeklerinin doğrudan insanlara sıkılması nedeniyle gözlerini kaybetti. Bana doğrudan gaz fişeği isabet etmedi ama bir gözümde yüzde 80 oranında görme yeteneği kaybı yaşıyorum. Bugün çok daha net anlaşıldığı üzere Gezi’deki saldırganlığın temel sebebi AKP’nin, Erdoğan’ın demokrasiden duyduğu korkuydu.

Gezi Parkı’ndaki ağaçların sökülmesine itiraz eden insanlara yönelik bu yaklaşım, kuşkusuz Erdoğan’ın ve AKP’nin Kürt meselesine yaklaşımının da turnusol kâğıdı işlevi görüyordu. Halkın haklı taleplerine böylesine bir yanıt veren iktidarın Kürt sorununu demokratik yollarla çözmek gibi bir yaklaşımı olamazdı. 5 Ocak 2013’te Kılıçdaroğlu’nun verdiği krediyi elinin tersiyle iten, Mayıs ayı sonunda ortaya çıkan Gezi protestolarını infazlarla, manipülasyonlarla, iç çatışma tehditleriyle bastıran AKP’nin çözüm sürecini işine gelene kadar sürdüreceği açıktı.

İşte bu nedenle çözüm süreci boyunca AKP’yi Kürt sorununun çözümü konusunda somut adımlar atması yönünde zorladık. Fakat bu çabalarımız da TBMM’deki AKP çoğunluğuyla baskılandı. Yaptığımız kanun teklifleri, araştırma komisyonu önerileri bir bir reddediliyor, bununla da kalınmayıp “çözüm sürecine karşı olmakla” itham ediliyorduk!

Aslında çözüm sürecinde sunduğumuz önerilere AKP’nin verdiği tepkiler, Kürt sorununu çözmek gibi bir dertlerinin olmadığının her seferinde açık ilanı gibiydi. Ama ne yazık ki o dönemde HDP ve Kürt kamuoyu da AKP’nin sürekli canlı tutmaya çalıştığı zihinlerdeki CHP ezberine kapıldı. Böylece CHP olarak Kürt sorununun çözümüne dair somut önerilerimiz “sürecin önüne takoz koymak” olarak lanse edildi ve böylece hiçbir somut adım atılmadı.

2013-2015 yılları arasında devam eden çözüm sürecinde Erdoğan’ın yaptığı konuşmalara dönüp bakarsanız, hiçbir zaman somut başlıklara değinmediğini, hep genel söylemlerle işin esasını, somut başlıkları bir kenara attığını görürsünüz.

Türkiye’nin en büyük ve en temel sorunu olan Kürt meselesini tüm iktidar süresi boyunca, ama özellikle de bu “çözüm süreci” olarak adlandırılan iki yıl boyunca suistimal eden, Türkiye toplumunun büyük ölçüde destek verdiği çözümü kendi parti ve şahsi çıkarları için kullanan ve işine yaramadığını gördüğü anda da gerçek yüzünü ortaya koyan AKP, aynı zamanda Kürt sorununun yeni bir veçhesini yaratıyor, 2014 yılından itibaren meselenin Suriye bağlamında bölgesel ve giderek uluslararası bir boyut kazanmasına neden oluyordu.

Bugünden bakıldığında AKP’nin 20 yıl boyunca Kürt sorunu konusunda binlerce insanımızın hayatına, milyonlarca insanımızın acılarına mal olan bir çözümsüzlük stratejisi izlediği çok daha net anlaşılıyor. Fakat bu gerçeği daha ilk yıllardan itibaren kamuoyuna anlatmaya yönelik çabalara kıymet verilmemesi dramatiktir.

2010 yılından itibaren Kürt sorununun çözümü konusunda çözümcü bir strateji izleyen CHP’nin her açıdan kusursuz bir yol izlediğini söylemek mümkün değil elbette. Eğer bugün Kürt sorunu AKP’nin yarattığı enkazın en devasa boyutunu oluşturuyorsa, hiçbir siyasi parti kusursuz yol izlemiş sayılamaz. Ancak bu süreçte çözüm adına atılmış tüm adımlara, samimi olunup olunmamasından bağımsız olarak, doğrudan veya dolaylı destek vermiş olan CHP’nin en azından samimiyet testini başarıyla geçtiğini görmek, ne yalan söyleyeyim bana haklı bir gurur yaşatıyor.

Zira yukarıda da aktardığım üzere, 2010 yılında Sayın Kılıçdaroğlu’nun davetiyle CHP’ye katıldığımda hem parti için de bir dirençle karşılaştım hem de yakın çevremden eleştiriler aldım. Sanırım bana yönelik yaklaşımın kendisi bile ayrı bir kitap konusu olmayı hak ediyor. Kürt sorununun çözümünü istemeyen ve daha sonra partiden bir bir kopan kesimlerle, Kürt sorununun çözümü için yıllarını vermiş ve CHP’den umudunu kesmiş olan bazı kesimler aynı tepkiyi gösteriyordu: “Senin CHP’de ne işin var!”

Dahası, henüz CHP’de olmadığım 2008 yılındaki Erdoğan görüşmemizden itibaren iktidarın “kinini” kazanmış biri olarak iktidar medyasının da en uzun hedef gösterilenlerinden biriydim. İktidar medyasının ve trollerinin akla hayale gelmeyecek yalanlarıyla, karalama kampanyalarıyla, saldırılarıyla, belli odakların ölüm tehditleriyle mücadele ederken, yukarıda bahsettiğim “senin CHP’de ne işin var” sorusuna da yanıt vermeye çalıştığım, ama esas işim olan insan hakları savunuculuğundan, demokrasi mücadelesinden, Kürt sorununa çare olacak öneri ve tespitler üretmekten de asla geri durmadığım, inanılmaz bir dönemden bahsediyorum.

Bu ithamlara yaşamın kendisi ve itham sahiplerinin bugün bulundukları yerler gerekli cevabı veriyor. Benim bir şey söylememe gerek yok bu konuda.

Bu kitapta, CHP olarak yakın tarihte Kürt sorununun çözümüne dair parlamentodaki faaliyetlerimizin sadece bir kesitini ama esas olarak nasıl bir perspektif çizdiğimizi göreceksiniz. Kürt sorununun TBMM çatısı altında, toplumsal mutabakatla sağlanabileceğine dair görüşümüz, çözüm sürecinde “sürece takoz koymak” olarak yaftalanıyor, anti-CHP söylemine katık yapılıyordu. Fakat çözüm süreci Erdoğan’ın şahsi hırs ve hedeflerine kurban edildikten ve büyük bir yıkım sürecine dönüştükten sonra, ne yazık ki geç de olsa bu hakikat herkes tarafından kabul edilmeye başlandı. Bizim bu perspektifimiz ve özellikle de Genel Başkanımızın 2011 seçim kampanyasında ilan ettiği Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı Sözleşmesi’nin tüm maddeleriyle uygulanmasının bugün bizi bu sorunda çok ileri noktalara, barışa ve çözüme ulaştırabilmiş olacağını görebilirdik.

Geçmişi “eğer” diye okursak her sorunun çözümü basit olur. Aslolan, an yaşanırken doğru yolu gösterebilmektir. CHP’nin çözüm sürecinde “anı” doğru okuduğunu, yaptığı eleştirilerde haklı çıktığını vurgulamanın bir anlamı var mı, bilmiyorum. Ama Türkiye’nin başta Kürt meselesi olmak üzere temel dertleriyle boğuştuğu, çok sert bir iklimi yaşadığı bu dönemde, geçmişin muhasebesini yapmak için hafıza tazelemek, gelecek için yol ve yordam bulmak için çok önemli.

Biz “reçete bizde” demiyoruz. Gelin beraber sorunların çözümü için ortak bir reçete yazalım diyoruz. Aşağıda da göreceğiniz gibi, çözüm sürecinde de, sonrasında da temel yaklaşımımız buydu ve bundan sonra da böyle olacak.

Kürt sorununun Erdoğan’ın sorunu olmadığını beraber gördük. Cumhuriyetin 100. Yılı dolarken, yüz yılın sorunu olan Kürt sorununun ağır yükü altında giriyoruz. Yüz yılın son yirmi yılını AKP’nin istismarıyla geçirdik. Yeni yüzyılda bu çemberi kırmak, Kürt sorununa kalıcı çözüm üretmek hepimizin ortak hedefi olmak zorunda.

Kürt sorunu benim sorunum, benim sorunum senin sorunun.

O halde ortak soruna ortak çözüm bulmak dışında bir seçenek görünmüyor.

Av. Dr. M. Sezgin Tanrıkulu

Ocak 2023

Av. Dr. Sezgin Tanrıkulu'nun CHP Kürt Sorununun Çözümünde Ne Dedi? / Bir De Benden Dinleyin kitabı Sunuş Yazısından: https://www.scalakitapci.com/bir-de-benden-dinleyin

T-Soft E-Ticaret Sistemleriyle Hazırlanmıştır.