02 Mayıs 2025

Can Baydarol - Sürdürebilirlik

can-baydarol-surdurebilirlik

Sürdürebilirlik

Can Baydarol

Cumhuriyet tarihinin en büyük krizini yaşadığımız bir gerçek. Ekonomik kriz, siyasi kriz, dış politikada kriz derken bir de deprem krizi yaşadık ve daha ne kadar yaşayacağımızı bilemiyoruz.

Depremden başlayalım. Her deprem sonrasında yazdığım yazının başlığı “Sosyal ve doğal afet bölgesi” olurdu. Evet deprem bir doğal afet ve ülkemiz ne yazık ki fay hatlarının üstünde olan bir ülke. İçinde yaşadığımız coğrafyanın antik tanrıçasını hatırlayan var mı? Hani iki koca memesi ile bereketi temsil eden Kibele’nin aslında depremleri temsil eden ve her depremden sonra toprak ideal karışımına ulaştığı için bereketi de beraberinde getirdiğini ifade eden Kibele’yi tekrar hatırlamamak ne mümkün. İyi de Nisan ayında yaşadığımız don olgusunu ne yapacağız?

Deprem demişken küçük bir anımı da paylaşmak isterim. 1999 depremi, televizyonların baş aktörleri deprem hocaları ve AB uzmanları. Bir televizyon programına katılmak üzere taksiye bindim. Taksi şoförü beni tanıdı. Tam inerken “abi bir kartın varsa verir misin?” diye sordu. “Kartımı ne yapacaksın?” diye sorunca, “Karım depremden çok korkuyor, ara sıra seni arar da yatıştırırsan bana çok büyük iyilik yapmış olursun!” dedi. Anlayacağınız ekranlarda sizin ne anlattığınızın hiçbir önemi yok. O günün popüler konusu neyse ortalama vatandaşımız sizi o kategoriye sokuyor.

6.2 şiddetindeki depremin ardından deprem hocalarını tekrar ilgiyle izliyorum. Bir gurup bu iş bitti, İstanbul büyük tehlikeyi atlattı derken, bir diğer gurup daha şiddetlisi tetiklendi, aman dikkat demeye ısrarla devam ediyor. Hani bir deprem hocası bana da kartını verse, ben de ara sıra kendisini arayıp biraz teselli bulsam yeridir.

Gelelim ekonomiye…

 Bir önceki yazımızda İmamoğlu operasyonunun Merkez Bankası’na maliyetinin 50 milyar doları bulduğunu belirtmiştik. Çok güvendiğimiz Türki Cumhuriyetlerin 12 milyar Euro’luk AB rüşveti karşılığında KKTC’yi sattığını, GKRY’yi Kıbrıs’ın bütününü temsil ederek tanıdığını da ifade etmiştik.

Salt kuru baskı altında tutmak üzere sarf edilen bu 50 milyar Euro ile depremle mücadele için konut stoğunun yenilenmesi, emeklilerin daha müreffeh bir yaşam koşuluna erişmesi, eğitim kalitesinin yükseltilmesi, vs. konularında ekonomistlerin çeşitli hesaplarını ilgi ile izliyoruz. Ancak en kötü açıklama galiba sayın Mehmet Şimşek’ten geldi. Merkez Bankası rezervlerinin olağanüstü hallerde piyasaya müdahale için oluşturulduğunu ifade eden Şimşek, esasen son iki yıldır binbir güçlükle oluşturulan rezervin, olası bir deprem felaketi için değil, siyasi amaçlı bir olgu için kullanıldığını itiraf etmiş oldu. Peki bu itiraf Türk ekonomisine güvenirliği artırdı mı? Yoksa güven erozyonunun devam etmesine mi yol açtı?

 Kur baskısı demişken. Belki sıcak parayı çekmek için verilen taahhütler doğrultusunda yapılan bu uygulamanın bize getirisi ne? Daha fazla zora giren ihracatçı, yaz aylarında beklediğimiz turizm gelirlerinden yoksunluk sizce kuru bu kadar baskılamayı haklı çıkarıyor mu? Bu görünüme rağmen giderek döviz mevduatlarının artıyor olması, esasen sayın Şimşek’in uyguladığı ekonomi politikanın iflası anlamına gelmiyor mu?

Gelelim iç ve dış politikaya.

Politika, anlam itibarı ile Çoktan (poly) seçme (tika) demektir. Biz çoktan seçerken doğruyu ne kadar seçebiliyoruz?

Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2028’e kadar daha çok “telef” olacak CHP’li var derken, acaba doğru kelimeyi seçerek kendisini ifade edebildi mi? Kendisinin yerine Cumhurbaşkanı adayı olmaya cüret eden herkesi amiyane tabiri ile “hayvan” olarak nitelendirmek, bırakın siyasi nezaketle izah edilememeyi, vahim bir hata değil mi?

Haydi bu söyleme bir dil sürçmesi diyelim, ana muhalefete karşı yapılan operasyonların giderek muhalefette bir konsolidasyon yarattığını görememek hatalı bir tercih değil mi?

Peki ana muhalefet lideri sayın Özel’in şu ana kadar olağanüstü bir performans gösterdiğini düşündüğümüz yaklaşımları sürdürülebilir mi? Aynı dinamizmin birkaç yıl (Erdoğan’a göre 2028) daha canlı tutulması mümkün mü?

Gelelim can alıcı dış politika sorunlarına. Suriye’de bir araya gelen Kürtlerin İsrail destekli ademi merkeziyet talebi, Sayın Bahçeli’nin fitilini yaktığı barış sürecini nasıl etkileyecek? Öyle ya, ademi merkeziyet talebi Türkiye’nin savı olan Suriye’nin toprak bütünlüğü ile bağdaşmıyor. Federal bir Suriye’ye gidişin tohumlarını atıyor. Peki bizdeki barış süreci de aynı noktaya doğru evrilirse, evdeki hesap ne kadar çarşıya uyacak? Çok güvendiğimiz Trump bizi tatmin edecek bir ABD yaklaşımını sunabilecek mi? Ya da “İsrail ne derse o!” diyerek işi geçiştirecek mi?

Bu arada Sayın Fidan’ın Kıbrıs’ta olup bitenlerle ilgili olarak Türki Cumhuriyetlerle yaptığı görüşmeleri “aile içinde konuştuk!” demesi sizce kabul edilebilir mi? Ben de kendimi o aile içinde görüyorsam eğer, benim ve sizlerin de yapılan görüşmelerden malumat sahibi olması gerekmez mi?

Yazının başlığına geri dönersek, bugünün durumu pek iç açıcı değil, peki yarın? Sizce de sürdürülebilir bir ortamda mı yaşıyoruz?

 

 

 

 

 

T-Soft E-Ticaret Sistemleriyle Hazırlanmıştır.