Can Baydarol - Lozanlılaştıramadıklarımızdan mısınız?

Lozanlılaştıramadıklarımızdan mısınız?
Can Baydarol
Bazen yazmak içinizden gelmiyor. Bazen de çevresel koşullar, kendinize bağlı süreçler yazmanın önündeki engelleri oluşturuyor.
Önceki haftada yaşadıklarımız, olanı biteni yeterince anlayamamış olmaktan yazımı kaleme almamın önündeki en büyük engeldi. Hoş, hala her şeyi anlayabilmiş miyim, emin değilim. Pek çok kişinin de anladığını sanmıyorum. Sadece Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’ın “Devlet Bey ile ben ne yaptığımızı çok iyi biliyoruz, bize güvenin!” sözüne güvenmek istiyorum, ama bütün Türk vatandaşlarının olduğu gibi benim de aklıma takılan şüphelerin olduğunu gizleyemem. Bu noktada kendimi diğer ırklardan nefret eden bir milliyetçi olarak değil, ülkesini ve bütün insanlarını seven bir yurtsever olarak tanımlamaya çalıştığımı ve Lozancı olduğumu da belirteyim.
PKK’nın silah bırakmasını beraberinde getirmesi beklenen süreç, Kandil’den gelen bir barış güvercini edası ile başlamadı. Yazılı açıklamada yer verilen Lozan referansı, Kürt soykırımı açıklamaları, adeta Türkiye ile sürdürülen savaştan galip çıktık havaları, “bu adamların niyeti silahı bırak, savaşa başka yollarla devam et!” sorgulamasına yol açtı. Anladığımız PKK aslında Lozan barış antlaşmasına karşı kurulmuş bir örgütmüş. Bütün uğraşlara karşı, Kandil Lozan barış antlaşmasına karşı savaşmış ve farklı yollardan savaşmaya devam edecek algısı ortaya çıktı.
Peki bu genellemeyi bütün Kürt asıllı vatandaşlarımız için yapabilir miyiz? Sanmıyorum. Özellikle İstanbul’un en büyük Kürt şehri olduğu gerçeği altında, makul ve huzuru yerinde hiçbir Kürt kökenli vatandaşımızın huzurlarını bozacak böyle bir kavgayı destekleyeceğini sanmıyorum.
Lozan’a bağlı söylemlerin perde arkasında iktidarın da destekleyeceği bir anayasa değişikliği mi var?
Zor gözüküyor. Diyelim ki DEM Parti Cumhur ittifakına geçti, anayasa değişikliği için 400 milletvekili matematik olarak toplanamıyor. Bu durumda Cumhurbaşkanı Erdoğan referanduma gitmeyi göze alabilir mi? Mevcut koşullarda barış sürecinden ziyade kendi açlığı ve yoksulluğu ile çok daha ilgili Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından lehte oy kullanmalarını beklemek neredeyse imkansız. Peki 400’ü bulacak, hatta daha da ötesine geçecek milletvekili transferleri yapılamaz mı? Yapılır yapılmasına da, meşruiyet sorununu ne yapacağız? Zaten bugünün seçilmişlerinin hangi vaatlerle seçildikleri, ortadayken, diğer ifadesi ile geçmiş söylemlerle bugünün eylemleri 180 derece zıt hale gelmişken, bır şekilde yapılacak anayasa değişikliğinin hiçbir meşru dayanağı olamaz.
Muhalif yaklaşımlara gelince. Ahlayabildiğimiz CHP Kürt oylarını kaybetmemek adına ortaya karışık bir muhalif duruş sergiliyor. “Tabi ki barış, barış iyi bir şey, ekonomik ve siyasi getirileri çok önemli, vs…” En sert şekilde karşı çıkan İyi Parti ise, bütün milliyetçi oyları konsolide etmek yolunda hızla ilerliyor ve bu sürecin Türkiye’yi bölünme noktasına taşıyacak türde Sevres 2.0 olduğunu iddia ediyor. Özellikle Fırat’ın doğusu ile birlikte hareket edecek “Barış hareketinin” sonunda zaten ademi merkeziyet ilanı ile Suriye’nin toprak bütünlüğüne son veren olgu ile benzeri bir senaryoyu Türkiye’ye de yaşatacağı görüşleri paylaşılıyor.
Bu tartışmalar bütün harareti ile sürerken, bütün gözlerin İstanbul’a çevrildiği, hani gerçekleşseydi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bütün Dünya’nın en kahraman lideri ilan edileceği iki uzun gün de yaşadık.
Çarşamba günü itibarı ile Ortadoğu ziyaretlerinde büyük ticari başarılar elde eden ABD Başkanı Trump, Putin’in de gelmesi halinde İstanbul’a gelebileceğini beyan ediyor, İsrail’e gitmeyerek Netenyahu ile arasında soğukluk olduğu mesajını veriyor, Erdoğan’a da methiyeler düzmekten geri kalmıyordu. Hani en ideal senaryo İstanbul’da Erdoğan’ın ön plana çıktığı, Trump, Putin, Zelensky fotoğraf karesinin paylaşıldığı kalıcı barış senaryosuydu.
Ama Putin gelmedi (ki savaş Putin istemediği sürece bitmez, herkes hemfikir), Trump artık memlekete dönmek zamanıdır dedi, 3 yılın ardından tekrar bir araya gelen Rusya-Ukrayna heyetleri, geçici ateşkes bile sağlayamadan küçük bir esir takası mutabakatı ile masadan ayrıldılar.
Geleceğe yönelik hissedilen ise, Rusya artık Ukrayna’yı daha fazla vuramaz, nadir elementler konusunda Ukrayna’ya yerleşecek ABD şirketlerinin zarar göreceği bir durum Rusya’yı içinden çıkılması çok güç koşullarla karşı karşıya getirir. Esasen Trump’da tez zamanda Putin ile yeni koşulları görüşeceğini saklamıyor. Perde arkasında ise Bush zamanında Rusya’nın Çin ile ittifak yapmasının ne kadar hatalı olduğu, esas müttefiklerin Çin’e karşı EBD-Rus ittifakı olması gerektiği.
Peki böyle bir yola gidilirse Avrupa ne olacak? AB’nin Rusya’nın emellerinden rahatsız olduğu, bu yüzden giderek NATO’dan uzak kendi güvenlik şemsiyesini oluşturmaya çalıştığı açık. Diğer ifadesi ile Batı artık eski Batı olmaktan çıkıyor.
Peki biz su oyunun nenesindeyiz ya da neresinde olacağız? Avrupa ile mi? Yoksa ABD – Rusya ekseni ile mi?
Belki de yazının ilk bölümünde değerlendirmeye çalıştığımız “barış” meselesi de bu gidişatla ilgili. Ne dersiniz? Yoksa devletler arasında bir savaş vardı da biz mi bilmiyorduk diye soranlardan mısınız?