Can Baydarol - Barış: Gerçek mi? Tiyatro mu?

Barış: Gerçek mi? Tiyatro mu?
Can Baydarol
Zor kelimedir barış. Herkes çok ister, bir türlü gerçekleştirilemez. İnanıp da uğrunda kendisini adanmışlık mertebesine getirenler, başlarına gelmedik sorunlarla boğuşmak zorunda kalırlar. Hele barışı getirmeye çalışanların arkalarında kötü bir sicil varsa, barışı getirmek isteyenlerin daha sonraki akıbetleri vatan hainliğine kadar gidebilir.
Neyse, bizim gibi çok fazla şey bilmeyip, şu an içine girilen süreci dışardan izleyenler için sadece “inşallah hepimiz için hayırlı olur!” demekten başka bir şey elimizden gelmiyor. Şu sıralarda sadece ABD’nin Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack’ın söylemlerini dikkatle izliyoruz ve anlaşıldığı kadarı ile izlemeye devam edeceğiz.
Güneydoğu sınırlarımızda olup bitenleri uzun süredir takip edenler için, ABD, İsrail’in de arzuları doğrultusunda PYD/YPG güçlerine büyük destek verdi ve çok büyük oranda silahlandırdı. Bu bağlamda PKK’nın silah bırakarak Türkiye ile barış sürecine giriyoruz demesi inandırıcı değil, sadece bir şov. Barrack’ın Suriye’nin toprak bütünlüğünün önemine dikkat çeken hamleleri ve İsrail’e karşı ABD politikalarının da “yeter artık!” seviyesine gelmesi de şovun bir parçası. Peki Türkiye bu şova inanmalı mı? Yoksa bu algı yönetiminin bir parçası olarak olup bitene göz mü yummalı?
İşte tam bu noktada CHP’nin hangi rolü benimseyeceği büyük önem taşıyor.
İktidar cephesi “Türk, Kürt, Arap” bileşiminden oluşan, diğer ifadesi ile “Ümmetçi” bir ideoloji ya da son zamanlarda sıkça ifade edilen “yeni Osmanlıcı” bir görüşü ve bu görüşe uygun yeni bir anayasayı topluma anlatmaya çalışırken, bu görüşe karşı durabilecek ana muhalefeti, yani CHP’yi de saflarına katılmaya davet ediyor.
Doğal olarak CHP bu safta yer alamaz, genlerine aykırı. Ancak zorluğun başladığı nokta da bu. Barışa karşı olmak siyaseten kabul edilebilir bir şey değil. Yıllarca Kürt meselesinin barışçıl yöntemlerle çözümü için proje üreten CHP, şimdi “Barış kapımıza gelmişken, barışı mı veto ediyorsun!“ sorusu ile muhatap mı olacak? Yoksa İsrail/ABD menşeli şovun bir parçası olmayı mı göze alacak?
Şu ana kadar izlediğimiz Özgür Özel yönetiminin arafta kalmayı tercih ettiği doğrultusunda. Peki veto oyuncusu olma tercihi halinde CHP’nin tasfiye edilmesi seçeneği masada kalmaya devam edebilir mi? Hukuk bu tasfiye sürecinin bir parçası olarak kullanılır mı? Şu ana kadar izlediklerimiz bu olasılığın küçümsenmemesi gerektiğini söylüyor.
Peki, Türkiye’nin topraklarının Suriye ve belki Irak topraklarını da kapsayacak şekilde genişlemesi kötü bir şey mi?
Özellikle bu bölgedeki enerji kaynaklarının Türkiye’nin kontrolüne geçmesi kulağa hoş gelebilir. “Giderek zenginleşecek ve ekonomik krizden kurtulacak Türkiye” söylemine bağlı bir algı yönetimi seçimin sonuçlarını belirleyecek önemde olabilir. Ama bu yola giderken en önemli kilometre taşının yeni anayasa olacağı da açıkça anlaşılıyor.
Toprakları genişleyecek Türkiye, artık, sınırları “Misak-ı Milli” ile belirlenmiş bir ulus devlet olarak kalmayacaktır. Bu noktada yine Barrack’ın Lozan Antlaşmasını hedef alan sözlerini hatırlıyoruz ve emperyal güçlerin dayattığı koşulları eleştirmesi bizi acı acı tebessüme zorluyor. Sanki ABD bugünün Ortadoğu coğrafyasına şekil vermeye çalışan emperyal güç değilmiş gibi.
Peki, Türkiye federal bir yapıya dönüşürse, bu yapıya uygun bir anayasa ile karşı karşıya gelirse, bugün çok sevinenler, yarın bir bölünme tehlikesi ile karşı karşıya gelebilirler mi? Böyle bir anayasanın kabulü mümkün mü?
Yanıtı çok zor sorular.
Adam sen de, o kadar yaşamayız zaten, çocuklarımız ve torunlarımız düşünsünler diyenlerden misiniz?