24 Ekim 2025

Belgin Karabulut - Savaşlara İsyanım Var

belgin-karabulut-savaslara-isyanim-var

Savaşlara İsyanım Var

Belgin Karabulut

Miladım dediğim bir kırılma anından sonra duygularım öyle bir noktadaydı ki; kendimle yüzleşmeliydim.  Tek kabahatli bendim. Hayallerime sahip çıkamadığım, engelleri aşamadığım için. Vazgeçtiğim, bahanelerin arkasına sığındığım, kendimi başrole koyamadığım için. Kimsenin bir suçu yoktu. Onlar kendi doğrularını söylediler ben kabul ettim, yoluma devam etmedim. Kabahat kimdeydi? Bendeydi. Defalarca tekrar ettim. Bütün suçladığım kişileri, yaşadığım olayları, geçmişimi affettim. En çok da içimdeki gerçek benden af diledim ve ona söz verdim: Artık onu susturmayacaktım, kimseyi de suçlamayacaktım.

Yıllardır süren dava düşüyordu. Çekişmeliydi ama uzlaşmayla bitiyordu. Artık suçlu yoktu, bedel ödenmiş bitmişti. Şimdi gerçek benle açtığım kapıyla başlayan yoldan yürüyecektim.  Bu gece öğrendim ki geçmişi, kişileri suçlayarak, umuda küserek, mağdur rolünde yola devam edemezdim. Yaşadığım her olumsuzluk uyanmam için çalan alarmlardı. Şimdi bu kırılmaların farkındalığıyla gerçek beni keşfedip kabullenme ve sevme zamanıydı. O tarihe kadar yazmamı, doğduğum andan itibaren, emekleme, yürüme, yeme içme gibi normal bir ritüel olduğunu düşünüyordum. Bende var olandı ve ayrıcalıklı görmüyordum. Hep yazıyordum zaten. Yaşadığım milatla değiştim, geliştim, dönüştüm. İçimdeki ses zincirlerinden kurtulurcasına dışarıya çıkmak için can atıyordu. O kararlıydı, hiçbir engel tanımayacaktı. Haklıydı çünkü ben onu yıllarca mahkûm etmiştim. Ona borcum vardı, sonsuza kadar serbest bıraktım. Sadece bana ait bir şey yapmalıydım. Yapmam gerekeni bulmalıydım. Bütün gece bunu düşünürken, dolabımda yıllarca kendimle dertleşircesine yazdığım kırmızı kaplı defterimle karşılaştım. Sayfalarını açtım, ne çok şey yazmışım. Sırlarımı paylaştığım sadık bir dostun elini tutuyordum sanki. Birden onun sesini duydum; Kulağıma fısıldıyordu söylemek istediğini. İşte bulmuştum aradığım cevabı. Bu kırmızı kaplı sayfalar bir kitapta can bulmalıydı. Bana ait bir kitap ve kendimi anlatamadıklarıma.

O geceden sonra bir üçüncü göze sahiptim: Bakmıyor, görüyordum. Duymuyor, dinliyordum. Kırmızı kaplı sayfalar Evvel Zaman Dışında adlı kitapta can buldu. Elime aldığım zaman, gözyaşlarımdaki mutluluğumun tarifi yoktu. Önümde yepyeni ufuklar açıldı; hayallerime, umuda dair. İçimdeki sesle kenetlenmişçesine el eleydik. Baharı müjdeleyen kelebekler gibi rengârenk çiçeklere konmak için uçtuk, uçtuk. Özgürlük güzeldi. Anladım ki yazmak bir sihir, bir tutkuydu. Yazmalıydım. Bu Tanrı’nın bana verdiği mucizevi bir ödüldü. Bu farkındalıkla Elfiya, Mübadele Günlerinde Aşk, Haziran Falcısı, Bir Amazon’un Düşleri, Masal Çocukları Kankalar, Mavi duygularıma tercüman ve en değerli hazinelerim oldular. 2008-2025. On yedi yıl geçmiş, dile kolay. Bu zaman diliminde kitaplarımla birlikte çok yol aldım. Her romanda farklı dünyalarda, farklı hayatlar yaşayarak öğrendim, keşfettim, geliştim, tamamlandım. Her durakta hayallerime daha çok inandım, umuda sarıldım. İçimdeki müziğin ritmiyle hayatla dans ederek güçlendim, biriktirdim. Biriktirdikçe söyleyecek çok sözüm oldu.

 Her zaman doğru ve gurur verici işler yapmak, fark yaratmak istedim. Bunun için gerekli olan özel yeteneğimin, stilimin var olduğuna, bunun bana huzur ve mutluluk verdiğine inanıyorum. Bu duygumun, yeteneğimin ilahi gücün yardımıyla olduğunu biliyorum. Bütün bunlar olurken tılsımların olduğunu da hissediyorum. İçimdeki yaratıcı arzum, farkındalığımdaki ciddiyet, manevi gelişme isteğim beni yöneten taraflarım. Bu doğrultuda görevim devam ediyor. Bu yolda bana umut olan, eşyaların yüzeyinin ötesini görebilecek ilhamın bana verilmiş olmasına inanmam… Öğrendiklerime, keşfettiklerime, yazdıklarıma konsantre olup yaratıcılığımı katıyorum. Bulunduğum noktaya, hayatımda hep var olan disiplin, inanç ve çabayla geldim. Duyguların tüm acı tatlı evrelerini yaşadım. Şu anda yaşadığım güzellikleri, hayatın bana ödülleri olarak görüyorum. Duygularıma inanıyor güveniyorum. Gerekli tevekkül ve sabra sahibim. Bundan güç alarak yaratıcılığıma can verecek ilahi gücün ilhamı ile yeni eserler yaratmak istiyorum. Her şeyin sonunda başkaları tarafından verilen ödülle sonuçlanmasa da yapabileceklerimin en iyisini yapma çabamın gurur ve mutluluğu ile ödüllendirileceğime inanıyorum. Hayat, gerekli olanları bana sunuyor. Sadece fark etmemi bekliyor. Bu fark edişte inandığım bir şey daha var: Evrenin ve bizim yaratılışımızın anlamlı, bilmediğimiz sırları var. Her canlı bir görevle dünyaya geliyor, gelirken de görev kodları ve bunları gerçekleştirebileceği yetilerle donatılıyor. Bu farkındalıkla sahip olduğum donanımların eşliğinde gerçek beni hayata sunmak için seçimler yapmaya ve yazarak ilham olmaya devam edeceğim. Çünkü Maya Angelou’nun dediği gibi “Hayat yakasından tutulup, yanındayım evlat. Haydi gidelim denmesine bayılır.”

Yeni bir romana başlamak, yarattığım kahramanlarla yaşamak, onların dünyasında kaybolmaktı çoğu zaman. Bu süreçte gördüğüm rüyalar da eşlikçilerimdi.

Sokakta bir bebek ağlıyordu, kimsesi yoktu. İnsanlar şuursuzca etrafta kaçışıyorlardı. Ağlayan bebeğe kimse bakmıyordu. Ortalık savaş alanı gibiydi kulaklarımdaki sesler susmuyorlardı. Neydi bunun anlamı? Rüyalarım hayatımda hep belirleyici olmuşlardı. Yine savaşın acımasız resmiyle karşı karşıydım. Beni en çok yaralayan, isyan ettiren lanetli sözcük.

Gerçek bir savaşı hiç yaşamadım. Bu vahşetin yarattığı çaresizlikte kalmadım. Ama çocuk yaşlarımda ülkemizin, Türkiye dışında yaşadığı savaşın korkusu hayallerimin tüm renklerinin üzerine kara bir leke gibi akıyordu. Şok olmak böyle bir şeydi herhalde. Özellikte o yaşta, Savaş mı? Korkudan nefesim kesildi. Defalarca büyüklerden dinlediğim, filmlerden izlediğim görüntüleri içselleştiriyordum. Savaş uzakta olduğu için gündüzleri sanki her şey normalmiş gibi görünse de karartma geceleri ile gerçekle yüz yüze geliyorduk. Sokakların zifiri karanlığını evlerdeki cılız mum ışıkları gölgelendiriyordu. İçimde korkuya dayalı cevaplayamadığım sorular vardı. Karanlığın sessizliğinde uçaklar hiç durmadan üzerimizden geçiyorlar, sesleri kulaklarımda bomba etkisi yaratıyordu. Savaş, bizden uzak olsa bile korkuma engel olamıyordum. Cephenin kan kokusunu, acısını duyuyor, ölümün ürküten yüzünü görüyordum. Günler geçtikçe çoğalıyordu bu duygularım. Yemek bile istemiyordum. Televizyonda izlediğim haberler, görüntülerle duygularım iyice karışıyor, her şey sonsuzluğa kavuşuyordu.

 Savaş korkusu öyle bir sarmıştı ki, o ana kadar düşündüklerimin hayallerimin boş olduğu düşüncesiyle çaresizliğe kapılıyordum. O savaşta kim bilir kaç masum genç insan ölüyor, sevdikleri onlarsız acılarıyla kalıyorlardı. Ve benim onlar adına dua etmekten başka yapabileceğim bir şey yoktu. Ne kadar üzülüyordum, yaşanan vahşeti, dünyanın, insanların acımasızlığını anlayamıyordum. Niye benim gördüklerimi görmüyorlar, sesleri duymuyorlardı? Kör ve sağırlar mıydı? Niye ölüyordu gencecik insanlar? Arkalarında babasız çocuklar, kocasız kadınlar, buruk sevgililer, taş kesilmiş analar babalar kalıyordu içleri yanarak. Kocaman dünyanın neyini paylaşamıyorlardı. Niye hepsini sahiplenmek istiyorlardı. Niye sevemiyorlardı çocukçasına. Kime kalmıştı ki bu dünya? O tarih derslerinde okuduğumuz sahiplenme   hırslarıyla savaşlar çıkaran kudretli Kanuniler, İskenderler, Napolyonlar ne oldu? Nereye gittiler? Neyi götürdüler? Değer miydi bunca cana, acıya, karanlığa? Elbette her şey gibi savaşlar da bir gün nihayet buluyor! Her yer aydınlanıyor! Umuda kucak açıyor!              

Ama nasıl? Bedelini çok ağır ödeyenler sayesinde. Bense çocuk hayallerimin ötesinde bir dünya ile tanışmıştım.

Her doğuş sevinci, heyecanı, umutları beraberinde getirir. Bize Tanrı’nın armağanıdır. Ama ne acıdır ki, tarihin her döneminde kendini dünyanın sahibi sanan sevgisiz diktatörler, umutları umutsuzluğa çevirmişler. Nasıl mı? Onları değersiz kılarak bu vahşete maruz bırakarak. Hangi suça dayanarak? Böyle bir suç söz konusu bile değil. Hangimiz dünyaya gelirken farkında olarak vatanımızı, ailemizi, adımızı, dinimizi, dilimizi, rengimizi seçme şansına sahibiz. Bizim için hazırlanan kodlarla büyüyor, konuşuyor, inanıyoruz. Yaşadığımız yere vatanımız diyoruz. Birlikte hayalleri, umutları da büyütüyoruz. Masumca aşık oluyor, mutlu olmak istiyoruz barışçıl bir dünyada. Sevgisiz liderler dillere, renklere, dinlere göre doğru, yanlış diye sınıflandırıp gözyaşı ve acıya boğuyorlar. Bundan daha büyük bir haksızlık olur mu? Kim veriyor onlara bu hakkı? Tarihin her karesi bunların affedilmeyecek örnekleriyle dolu. Bugün de aynı durum farklı versiyonlarda sürüp gidiyor. Oysaki doğru ve yanlış olan ne din ne dil ne renk ne ırk ne de statüdür. Değerli olan içimizde sevgiyi, aşkı büyütmek vicdanımızı, yüreğimizi açık tutabilmek, sevilmeyi istemeden önce sevmeyi öğrenebilmek, mutluluğun mutlu etmekten geçtiğini bilmektir. Her canlının dünyaya bir misyonla geldiğinin farkındalığıyla yaşayabilmektir. İdealleri, hedefleri bu değerlerle, savaşsız bir dünya hayalini gerçekleştirebilmektir.

Yazdığım romanlar savaşların, bu ve buna benzer acımasızlıkların insanların duygularında ne derin yaralar açtığının, hayatlarının nasıl yok edildiğinin tercümanıdır.

Okuduğum zaman duygularımda ne kadar haklı olduğumu gösteren yüreğimi sızlatan, savaş karşıtı şiirlerin en ünlüsünü yazan Konstantin Simonov’un bir çevirisinden alıntı yapmak istiyorum:

“Cepheleri dolaşan Rus askerleri bir yandan yaralıları en yakın sağlık çadırlarına taşırken, bir yandan da cesetleri bir araya topluyorlar, künyelerini ayak parmaklarına bağlamak üzere koparıyorlardı. Bu arada ceplerinde bir şeyler kalmış mı diye yokluyorlardı. Hemen tüm askerler ellerinde bir demet kâğıt parçasıyla komutanlarının karşısında şaşkın bir vaziyette mıhlanmış gibi durmuşlardı. Komutanlar da şaşkındı. Hepsinin elinde aynı şiir vardı. Yaralıların elinde de, sağ kurtulanların cebinde de aynı şiir. Tam yirmi milyon nüsha! Herkes şaşkındı. Herkesin elinde aynı şiir. İstisnasız, ölü diri herkesin cebinde.

BEKLE BENİ

Bekle beni ve ben döneceğim.

Yalnız çok bekle.

Sarı yağmurlar yağana kadar bekle.

Kar yağarken de,

Gün ağarırken de bekle.

Bekle beni, dünü unutmadan bekle.

Artık gelmez dediklerinde de bekle.

Bekle beni ve ben döneceğim

Ama mutlaka bekle…

Döneceğim.

Beni unutmanı söyleyenlere şükran dileme.

Aldırma onlara ve bekle

Dinleme annemi

Bırak yavrularımız ne derlerse desinler.

Bırak öldü sansınlar beni.

Bırak beni beklemekten usansınlar.

Toplansınlar evde

Ateşin çevresinde

İçsinler ölümüme

Yudumlasınlar o acı şarabı

Acı, anılar kadar acı.

Ama sen içme beni bekle.

Bekle beni ve ben döneceğim.

Ölümün ötesinde bile olsa

Beklemeyi bilmeyenler

Ölümün yazgım olduğunu söyleseler bile bekle.

Varsın anlamasın hiçbiri.

Savaş cehennemi içinde

Nasıl koruduysa beni

Bekleyişinin muhteşem ateşi.

Sen bekle.

Yalnız ikimiz olacağız

Beni yaşatanın ne olduğunu bilen.

Yalnızca sen ve ben.

Hiç kimsenin yapamadığını

Bekleyişini yani

Armağan edeceksin bana.”

 

      

 

 

T-Soft E-Ticaret Sistemleriyle Hazırlanmıştır.