09 Ekim 2023

AHMET HAMDİ TANPINAR YA DA KARARSIZLIĞIN GÜZELLİĞİ - Faruk Turinay

ahmet-hamdi-tanpinar-ya-da-kararsizligin-guzelligi-faruk-turinay

Çernişevski ya da Ben: Ne Yapmalıydık?

Bir zamanlar Çernişevski adında ütopyacı sosyalist ve bir o kadar nihilist bir Rus düşünür ve romancı vardı. Aklı köylü hayatıyla şehirli sosyalizm arasında kalmıştı. Sonra, Rus gerçeğiyle Amerikan rüyası arasında... Sonra da felsefe ile roman arasında… “İnsan Bilgisinin Doğası”nı anlatan bir felsefi kitap mı yazmalıydı, yoksa şu 1860’lı yılların başlangıcına dair o romanı mı tamamlamalıydı? Belki de Rousseau’nun İtiraflar’ını çevirmek daha akıllıcaydı. Ama daha sonra… Çernişevski en iyisi ne yapmalıydı? Nihayet bir gün Çernişevski “Hayır,” dedi, “Ne kadar kötü olursa, o kadar iyi!” Evet, böyle dedi ve “Chto délat'?” diye bir roman yazmaya başladı, “Ne yapmalı?” Çünkü kararsız insanları küçümsüyor, kararlı insanları kahraman sayıyordu. İnsan dediğin çiğ ekmek yemeli, çivili yatakta uyumalıydı. İnsan dediğin ağzına ilk geleni söylemeli ve kendini içinde yaşadığı topluma adamalıydı. Romanda “Vera Pavlovna” diye biri vardı karakterler arasında. Burjuva Vera Pavlovna doğalı yirmi yıl olmuştu, ama gördüğü rüyalardan sonra o artık bir “yeni insan”, “Kahraman Vera Pavlovna’ydı. Kitap bittiğinde Dostoyevski dâhil herkes bu kitaptan iyi veya kötü etkilenmiş görünüyordu.

Şimdi ben ne yazmalıydım? Yeni bir hikâye… Mesela şu başladığım “Kan Uyuşmazlığı”nı tamamlasam? En iyisi belki de Coleridge’in “Kubilay Han” şiirini yeniden çevirmek… Ya da tanıyıp sevdiğim birini mi anlatsam? Muhammet’ten bir sonraki peygamber için bir apoloji ya da naat yazmak nasıl olur? Orhan Pamuk’tan daha ünlü bir yazar hakkında bir deneme? Veya bir açık mektup? “Açık mektup”un ne olduğuna baktım sözlükten. Geniş bir kitle tarafından okunması amaçlanan mektupmuş. Ben Émile Zola değilim, siyasi heveslerim yok, kimseyi suçlamaya niyetim de yok. Ama sözlük bir şeyler daha diyor açık mektup hakkında: “…ya da bir kişiye hitaben yazıldığı halde bilerek geniş bir kitleyle paylaşılan mektup”muş. Gerçekçi bir hikâyeden ya da hikâyeyi andıran bir gerçekten ilhamla yazılmış hayali bir açık mektup pekâlâ olabilir. Maktulün babasına hitaben yazılan bir katil mektubu. Çoluk çocuğa hitaben yazılan bir intihar mektubu. Bir kadına hitaben yazılan aşk mektubu… İnsanın normal hayatındaki hapisten çıkıp bir değişiklik olsun diye bu kez tanımadığı insanlar arasındaki hapse girmesini sağlayacak siyasi bir yazı? Hepsi açık mektup olabilir. En kötüsü ne yazabilirdim? “On beş günde bir çıkar sanat ve fikir mecmuası” Varlık çıkalı doksan yıl olmuş, artık bir “aylık edebiyat ve kültür dergisi”. İlk sayısına bakıyorum, “Ahmet Hamdi” diye biri var yazarlar arasında. Öleli altmış yıl olmuş, artık bir “Ahmet Hamdi Tanpınar”. Nihayet “Evet, diyorum Çernişevski’nin aksine, “Ne kadar iyi olursa, o kadar kötü!” Böyle diyor ve “Tanpınar ya da Kararsızlığın Güzelliği” diye bir yazı yazmaya başlıyorum. Yazı bittiğinde…

Çernişevski’nin kararsızlığı geçiciydi, benimki kalıcı. Bu durumdan şikâyetçi değilim. Hatta kararsız insanları diğerlerinden daha sevimli bulurum. Tanpınar sadece Çernişevski’den ve diğer kararlı insanlardan değil, o sevimli kararsız insanlardan bile daha kararsızdı.

 

Tanpınar ne yapmalıydı?

Hatta şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Ahmet Hamdi Tanpınar tanıdığım en kararsız adamdır. Bu yüzden belki de tanıdığım en akıllı adam da odur. Doğa adaletsiz, hayat değişkendir: Herkesin akıllı ve eşit olduğu, aslı olmayan bir rivayet, hepi topu birkaç yüzyıllık bir masaldır. Akıllı, özgür olmadığının farkında olan, bu yüzden bir zorunluluk tanrısının kendisine oyun oynadığından kuşkulandığı için huzursuzlanan, kararsızlığa düşen kişidir. “Tanpınar’da böyle duygular var” demek, biraz eksik bir tespit olabilir: O zaten bu duygulardan ibaret bir ruhtur. Zaten dikkatli bir bakış tüm eserlerine sinen bu duyguları iki katman halinde fark eder.

İlkinde hayatın karmaşıklığının yol açtığı kararsızlık vardır: Rüyalarımız, bilinçaltımızdaki hayat, bilinçli sandığımız, “gerçek” dediğimiz hayatımızdan daha derin ve güçlüdür; ama zaten gerçek hayatta da her şey düzensiz ve öngörülemezdir; kötü bir sürpriz daima pusuda bekler. Bu durum çoğu insan için olduğu gibi insanların Ahmet Hamdi Tanpınar adıyla bildiği, 1901 ile 1962 yılları arasında yaşayan kişinin günlük yaşamı için de geçerlidir. Tanpınar bir mektubunda, İngiliz kadını, Fransız kadınından güzel, diyor. Ama hayatta her şey bu kadar kolayca karar verilecek gibi değildir. Şöyle sorular sayısız kez geçmiş olmalı Tanpınar’ın aklından: “Borç gırtlağı aştı. Bu sefer nereden para bulacağım?” “Sürekli didinip çalışmalı mı, yoksa hayatı olduğu gibi kabul edip hırslardan vazgeçmeli mi?” “Kadın felaket, kadınsızlık daha büyük felaket. Ne yapmalı?” “İnsanlara katlanamıyorum, o kadar ahmaklar ki… Fakat dostsuz, yapayalnız hayat da tatsız tuzsuz. Ne yapacağım ben?” “Evlenmeli mi, yoksa bu yaştan sonra bekâr kalıp olan huzuru da kaybetmemeli mi?” “Son zamanlarda gördüğüm rüyalardan korkuyorum. Fakat rüya görememekten daha çok. Uyku ilacını kessem mi?” “Benim gibi bir adam için fikir, sanat derdi dışında o günlük, ucuz dertler hiç yakışık almıyor. Böyle olmamalıydı. Fakat hayat… Hayatım avucumdan akıp gidiyor. Ne zaman kendimi güvende hissedeceğim?” “Şu memleketin haline bak. Ne Doğulu kalabiliyor, ne Batılı olabiliyoruz. Politika bir dönme dolap. Ne yapmalı? Tek başıma ben ne yapabilirim ki?” “Akla güvenmediğim oluyor, ama sezginin de primitif kabilelerin totemlerinden farkı yok, neye itimat edeceğim?”… Bu soruların sonu yoktur.

Dikkatli bir bakışın kararsızlıkla ilgili fark edebileceği duyguların ikinci katmanı, bu kez hayatla değil, sanatla ilgilidir: Bu, sanatçının kararsızlığı, sanat denen o hayalet karşısındaki huzursuzluğudur. “Gerçek bir sanatçı mıyım? Yoksa bu efsaneyi ben mi uydurup kendi kendimi inandırdım? Ben kimim?” “Türkiye gibi fakir bir memlekette hele de doğru dürüst bir sanat âlemimiz yokken adamakıllı bir eser yaratmaya çalışmak deli işi mi? Körler için resim, sağırlar için musiki yapmak gibi… Yoksa… Yoksa bu iş sadece insanın kendine inanmasıyla mı ilgili?” “O kadar yaptım, yarattım, kurdum, kimsenin yazdıklarımı okuduğu yok, hoş okusalar da anlayacak gibi görünmüyorlar. O halde ne yapmalı? Yaptığım şey karanlığa ateş etmek. Her şeyi bıraksam mı?” “Yahya Kemal benimle beraber şiir de ölecek, diyordu. Ne kendini beğenmiş adam! Acaba gerçekten haklı mı?” “Bu şiire hiç bulaşmamalıydım belki de. Fakat bir iştir oldu. Ama roman… Klasik musikiyle birlikte Avrupa’yı Avrupa yapan şey. Şark’ta şiir hep vardı, fakat bir Balzac, bir Beethoven hiç olmadı. Yapılmayanı yapmak gerek. Ama nasıl?” “Eski şiirimize, eski mimarimize, insanlarımıza arkamı döndüğümde huzursuzlanıyorum. Yapayalnız, köksüz, topraksız, içi boş bir ambalaj gibi kalıveriyorum. Fakat onunla baş başa kalınca da çok huzursuzum. Hareketsiz, renksiz, intizamsız, yarı-karanlık, kasvetli, daracık bir mahbes… Şark’ta bin yıl geçer, bir yaprak kıpırdamaz. Ne yapmalı?” Bu tür sorular bazı isimleri, yerleri, yönleri ve kelimeleri değiştirirsek Joyce için de geçerli olabilir, Tolstoy ya da Dante için de. Fakat huzursuzluk bakidir.

Tanrı ne yapmalıydı?

Tanpınar’ın ister romanını okuyalım, ister şiirini, hikâyesini ya da denemesini; onun farklı, tuhaf, gerilimli biri olduğunu hemen sezeriz. Zaten sanatçı dediğimiz kişi, bir açıdan bakıldığında bir “ucube”dir, çok uzak bir yıldızdan zorla koparılıp şu bildiğimiz dünyaya fırlatılmış yabancı, hassas, tedirgin ve rahatsız biridir. Sanki var olmayan, sadist bir tanrı, onu dünyaya çoğu zaman derin acılar çeksin, ama arada sırada da aşırı mutlu ve tatmin olsun diye göndermiştir. Peki, bu tanrının başka bir şansı var mıydı? Ne yapmalıydı? Belki de başka bir şansı yoktu. O yüzden aslında kendisi de yoktu.

Bütün eserleri fırlatıp atmak

Objektif açıdan “sanat” ya da “sanat eseri” diye bir şey olmadığına göre, aslında tek bir önemli şey var demektir: Sanatçının kişiliği. Gerisi kuru, ansiklopedik bilgiler yığını; teknik tespitlerle, yüzeysel tasniflerle dolu sıkıcı bir bilirkişi raporundan fazlası değildir. Tanpınar çok genç yaşta yazdığı bir yazıda sanatçıyla ilgili bu meselenin farkında olduğunu belli ediyor. Muhtemelen Varlık’ın ilk sayısında “Ahmet Hamdi” imzasıyla çıkan o yazıda, “İnsan,” diyor, “eserinin fevkine çıkmadıktan ve bir gün hayatının istediği bir gününde onu fırlatıp atmak kudretini kendinde bulmadıktan sonra, niçin yazmalı?” Evet, Tanpınar’ın kişiliği, yarattığı eserlerinden daha değerlidir. Zaten onun yazdıkları tam da bu sebeple okunmaya değerdir.

Fırlatıp atılan eserleri okumak

Bana kalırsa, iyi yazarlar yazdıkları eserleri bir gün fırlatıp attıklarında pek bir şey kaybetmeyecek yazarlardır. O halde o eserleri neden okuruz? Onları okuruz, çünkü yaratıcılarının kişiliklerini keşfedebilmek için başka bir şansımız yoktur. Yazar bazen ruh dediğimiz kendi zihin dünyasını hem zamanın ve unutuşun yangınından kurtarmak, hem de her defasında yeniden inşa etmek ve ölmemek için yazmak, anlatmak zorundadır. İyi bir kitabı okumak için çok sebebimiz olabilir, ama onu en çok yazarının zihninde gezinme, onun nasıl çalıştığını keşfetme zevki için okuruz. Belli bir andan sonra o eserler renkli, çok boyutlu aynalara dönüşür; sonra da karşı karşıya durarak kendilerini çoğaltırlar. Biz de o aynalarda sanatçıyı ve biraz da kendimizi seyrederiz. (Hatta şu sırrı da daha fazla gizlemeye gerek yok: Bazı tuhaf ama güvenilir rivayetlere göre, vakti zamanında Borges ve ona benzeyen bazı akıllı okurlar, aynaların karşısında sanatçıyı ve kendini seyrederlerken, bir noktadan sonra iki görüntünün birleştiğini ve kendilerinin bizzat o sanatçının suretine dönüştüklerini büyük bir heyecanla görürlermiş. Hâlâ böyle okurlar var mı acaba?)

Beş Şehir, Doğu ya da Zamanın Üzerinde Seyahat

Tanpınar’ın okuduğum ilk kitabı Beş Şehir’di. Orada, sabırla kurulmuş, çoğu uzun cümlelere hayat veren Tanpınar’ın zihni, batıdan esen rüzgârın etkisiyle yavaş yavaş doğuya doğru süzülen dağınık bir bulut gibi, İstanbul’u özlem ve dikkat yağmuruyla uzun uzun yıkadıktan sonra Anadolu’ya geçiyordu. Yazar Anadolu’da da özgür sayılmazdı: Batıdan esen o rüzgârın bulutu sürüklemesi gibi talih de onu hangi şehre sürüklemişse orada gözlerini açıyordu. Fakat yalnız etrafındaki insanların, dirilerin ve ölülerin, türbelerin ve camilerin, kervansarayların ve çamur yığınlarının suretini değil; onların arkasında saklı, o zamana kadar neredeyse kimsenin fark etmediği geçmiş zamanın hayaletlerini görüyordu. Gerçek şu ki, eğer ruh diye bir şey varsa, o insana özgü değildi: Bina dediğimiz taşların, kirişlerin, doğa dediğimiz dağların, nehirlerin de ruhu vardı ve hepsi sanki akıllı ve şefkatli bir dost bulmuş gibi sırlarını yalnız Tanpınar’a açıyordu.

Beş Şehir’i okuduğum zamanlar zihnim doğuda bir yerlerdeydi, dahası çocuksu ve kibirli bir baroktu. Şimdi kitabın başına on beş sene önce düştüğüm nota göz gezdirirken o zamanki Faruk’a biraz şefkatle biraz da alaycılıkla gülümsüyorum: “Şehir edebiyatı olarak adlandırılabilecek türde... Ahmet Rasim’in… Yahya Kemal’in Aziz İstanbul’una rağmen tatmin edici zenginlikte kabul edilemez. ‘Endülüs’te Raks’ şairinin öğrencisi…edebi arenanın yalın kılıç şövalyelerinden biri olmaya…” Beş Şehir’le ilişkim aslında daha da eski ve derindir belki, dışarıdan bile sezilecek kadar: İlk edebi kitabım Zamanın Üzerinde Seyahat’i Beş Şehir’i okuduktan on yıl kadar sonra, 2015’te yayımladım. Yanlış hatırlamıyorsam, onun hakkında çıkan bir yazıda bir yazar, “Zamanın Üzerinde Seyahat’in yazarının edebiyatımızda ikinci bir Beş Şehir yazması, evet, imkân dâhilinde.” diyordu. Çok sevinmiştim. Gerçi Zamanın Üzerinde Seyahat’i yayımladığımda zihnim, Beş Şehir’i ilk okuduğum zamanların aksine, artık batının da batısındaydı. Yine de “etkilenme” dediğimiz şey göründüğünden daha karmaşık olabilir. Bizden önce yazanları unutmayız, hatta bizden sonra yazacak olanları bile hatırladığımızdan kuşkulanıyorum.

Beş Şehir’i okuduğum zamanlar, diyordum, ben doğuda, sanatın basit ve süslü bir oyuncak sanıldığı bir yerlerdeydim. Tek başıma orada çocuk parkını gören bir bankta oturup etrafımda olup biteni anlamaya çalışıyordum. Demek ki huzursuzdum, bir şeylerden şüphe ediyordum. Tanpınar ise yanıma gelen, elini dizime koyup uzaklara dalgın bir gülümsemeyle bakarak, “Bak delikanlı, sana ne anlatacağım,” diye konuşmaya başlayan güngörmüş bir ihtiyar, bir ağabey gibiydi. Sesi sigaradan kalınlaşmış olsa da yumuşaktı. O anlattıkça sadece akıllı ve kültürlü değil, aynı zamanda sevecen ve anlayışlı olduğunu; çektiği ıstıraplara, yaşadığı kararsızlıklara rağmen yaşamayı, bakmayı, gördüklerini anlatmayı çok sevdiğini fark ediyordum. Sanki bir vakitler benim geçtiğim yollardan geçmiş, doğuya doğudan bakmıştı. Fakat onun şimdi yanıma batıdan geldiğini biliyordum. Daha önemlisi güvenilir görünüyordu: O anda benden çok daha fazla şey bildiği, benimkinden daha derin, daha karmaşık duygular hissettiği kesindi. Anlattıkları daha önce bilmediğim ayrıntılarla doluydu. Herhangi bir şeye karşı nefret ya da şehvet duymuyordu. Öfkeli değildi, dikkatsiz, özensiz ya da unutkan değildi. Fakat lafebeliği de yapmıyor, hatta gerektiğinde kendiyle çelişkiye düşmekten de çekinmiyordu. Soğukkanlı ama canlı bir anlatışı vardı. Eğer biri buna kararsızlık diyecekse, bu… Bu kararsızlık meğer ne güzel bir şeydi!

 

Yahya Kemal, A.P.T.M. ya da Şimdiki Zamanın Esrarı

Daha sonra Tanpınar’ın Yahya Kemal biyografisini okuduğumu hayal meyal hatırlıyorum. Kitaptan pek az iz kalmış. Fakat şunu unutmadım: Hâkimlik yapan ve günlük hayatında bile sanatını icra etmeyi sürdürecek kadar mesleğiyle bütünleşmiş olan dayım, elimde o kitabı görünce, “Bunları okumaya zamanın olduğuna göre,” demişti sanki biraz kıskançlık ve biraz da kızgınlıkla, “sizin hukuk fakültesinde dersler demek ki bizim zamanımızdaki kadar ağır değil.”

Tanpınar’ın hayattayken en şöhretli zamanında bile güç bela yayımlatabildiği Şiirler’ini da doğudayken okudum. Yahya Kemal nerdeyse tamamen haklıydı: Belki kendisiyle beraber şiir ölmüş değildi ama Tanpınar şiir değil, hep nesir yazmalıydı; roman, hikâye, deneme… Her şeyi mükemmel yazabilirdi, şiir içermemek kaydıyla. Tanpınar, kendi tabiriyle, hayatını şiire adayan herkes gibi tesadüfün yardımıyla, “Ne İçindeyim Zamanın”, “Bursa’da Zaman” gibi birkaç güzel şiir, farklı yerlerde bazı güzel dizeler yaratmıştı ama iyi şair değildi. O zaten iyi şair olmaya ihtiyaç duymayacak kadar iyi bir yazardı. Yine de bu durum, tesadüfün ve hayatın sanatçıya oynadığı çok trajik bir oyuna benziyordu: Bütün hayatı boyunca kendini öncelikle şair gören, romanlarını ve diğer düzyazılarını ikinci planda sayan sanatçıyı kendisi yapan, aslında ikincilerdi.

Üniversitede büyük bir açlıkla yuttuğum kitaplar arasında hayali teşkilatlardan bahseden bir dizi kitap da vardı. Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı, Alev Alatlı’nın Kadere Karşı Koy A.Ş.’si bunlardandı. Fakat dikkatimi çeken tema bakımından en çok Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nden etkilenmiştim. Etkilenmiştim, diyorum; on beş sene sonraki ikinci okuyuşuma kadar anladığımı söyleyemem. Yine de bu üç kitaptan, belki en çok da sonuncusundan seçip çıkardığım hayali teşkilatlar düşüncesi beni heyecanlandırmıştı. O kadar ki, oturup bir roman yazmaya başlamıştım! (Yazılması neredeyse on beş yıllık uzun ve dağınık bir zamana yayılan A.P.T.M. ya da Şimdiki Zamanın Esrarı adlı bu roman, siz bu yazıyı okuduğunuz sıralarda yayımlanmış ya da yayımlanmak üzere olur sanırım.)

Geçmişin Sesi, Batı ya da Saatleri Ayarlama Enstitüsü

Beş Şehir, Yahya Kemal ve hatta Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nden sonra Tanpınar’ı unuttum. Ya da onu unuttuğumu sandım. Zihnimde devrim olmuş, yönetim baştan sona değişmişti. Yeni hükümet, geçmişten ve geçmişi hatırlatan şeylerden hoşlanmıyordu. Bundan pek de rahatsız değildim, işime geliyordu. Derken, Zamanın Üzerinde Seyahat’i yayımladığım sıralar olmalı, geçmişi hatırladım. Geçmişten kalan bir ses, “Huzur’u oku, seveceksin.” diyordu. Ben de geçmişten kalma sesin bu sözünü kendi dilime şöyle tercüme ettim: “Işık doğudan gelmez ama doğuda hiç ışık yok değil.” Ve söyleneni yaptım. Huzur, huzursuz Tanpınar’ın ta kendisini, daha doğrusunu söylemek gerekirse Tanpınar Konfederasyonu’nun daha çok doğusunu anlatıyordu! Geçmişten kalma sesin kehaneti doğru çıktı, Huzur’u sevdim. Ama hayran olmamıştım. Etkilendiğim ama sırrını çözemediğim Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün, onu çok eskiden ve sadece bir kez okumuş olmama rağmen, Huzur’dan neredeyse kıyaslanmayacak kadar iyi olduğunu anlamıştım. Huzur dokunaklı, güzel bir türküyse Saatleri Ayarlama Enstitüsü dâhiyane bir senfoniydi. (Enstitü’yü çok sonra, ikinci okuyuşumda bundan iyice emin oldum) Gerçi bu senfonide, özellikle giriş kısmında bazı teknik sorunlar, bütünlük ve armoniyle ilgili aksaklıklar, fazlalıklar vardı. Fakat aradaki fark apaçık görünüyordu: Bu, hem teknik sağlamlık, hem ritim ve yapının gücü, hem de melodi zenginliği açısından Monteverdi ya da Itrî Efendi ile Mozart arasındaki fark kadardı.

Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün Tanpınar’ını şimdilik ancak bu kadar anlatabilirim. Sadece ona ayırdığım bir yazı olursa, en az iki kişiye daha ihtiyaç duyacağım kesin: Miguel de Cervantes’in Don Kişot’u ve Abdülhak Şinasi Hisar’ın Fahim Bey’i. Çağırdığım zaman ikisinin de memnuniyetle, bir içgüdüye uyarak geleceklerini tahmin ediyorum. Çünkü Hayri İrdal, Halit Ayarcı, Fahim Bey ve Don Kişot, bu dördü ilk bakışta birbirlerine benzemiyor gibi görünüyor, uzak yerlerde yaşıyorlar, akraba olduklarından da habersizler; ama Türkçede “kan çekmek” diye bir deyim var: Birbirlerinin varlığını öğrenince kendiliğinden yakınlık hissedeceklerdir.

Değerli Taşlar, Mektup ya da Günlükler

Son olarak bir kitaptan daha bahsedip kendi kararsızlıklarıma dönmeyi planlıyorum: Türkçede sadece edebiyat alanında değil, heykelde, resimde, mimaride, özellikle de müzikte, sanatın dışarıda, dağınık halde değil, tek parça halinde sanatçının zihnine gömülü bir tanrı olduğunu en güzel anlatan kitabı Tanpınar yazmıştır: Edebiyat Üzerine Makaleler. Orada o hayali tanrıdan başka düşünce, sosyoloji, psikoloji ve felsefe “mousa”ları da vardır. Zaten sanatı dallara ayırmak ne kadar yapaysa, bence insan zihninin tüm ürünlerini ayrı şeyler saymak, birtakım plastik kutulara doldurmak da bir o kadar yapaydır. Tıpkı insan vücudunda, öteki canlılarda ve hatta cansız sandığımız şeylerde, toprakta, gökyüzünde, uzayda hemen hemen aynı elementler varsa, insan zihninin yarattığı ürünlerin her birinde de diğerlerinden parçalar vardır.

Belki Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün kurucularıyla Fahim Bey ve İspanyol ruh ikizini anlatmak için bana uzun bir yazı yeter, fakat ancak bir kitap kadar yer lazım ki, Edebiyat Üzerine Makaleler’den bir parça huzurla bahsedebileyim. Ağzına kadar rengârenk, çeşit çeşit değerli taşlarla dolu nadir bir sandık o. Kapağını açınca içinde parlayan güzellikleri uzun uzun seyretmeden, onlara dokunmadan kapatmak, bana da, okura da, sandığın eski sahibine de haksızlık olur gibime geliyor.

Onca kitaptan bahsettikten sonra biri bana, “Ee, Tanpınar’dan ne okuyayım, Saatleri Ayarlama Enstitüsü mü yoksa Edebiyat Üzerine Makaleler’i mi?” derse, eğer çok sansürsüz bir anıma denk gelmişse, “Hepsini boşver”, derim, “Mektuplarıyla günlüklerini oku.”

Yol Ayrımı, Ölüler ya da Yağmurda Islanan Kadın

“Ahmet Hamdi Efendi” öldü. Yaşları aşağı yukarı aynı olduğuna göre “Abdullah Efendi” de çoktan ölmüş olmalı. O yüzden, yani ölmüş yazarlardan ve muhtemelen ölmüş kahramanlardan hoşlandığım için birkaç gün önce Tanpınar’ın da “Abdullah Efendi’nin de rüyalarını ve hikâyelerini karıştırdım. Her ikisinin anlattıkları da tuhaf, kararsız ve güzeldi. Derken “Yaz Yağmuru”na denk geldim, kaçamadım. O hikâyede en çok genç kadının tuhaf zevki dikkatimi çekmişti: Sağanak yağmurun altında bir ağaca yaslanarak ıslanıyor, bu halde neredeyse aldığı hazdan kendinden geçecek kadar mutlu görünüyordu. Yağmur sanki ona bir travma hikâyesini andıran çocukluğunu unutturuyor, hatıralarını toprak ve papatya kokan o berrak suyuyla yıkıyordu. Yağmur durduğunda ise genç kadın daha az gülümsüyor, sanki tam olarak ne yapacağını da bilemiyor, kararsız kalıyordu. Yağmurda ıslanmayı seven kararsız genç kadınlar güzeldir. Tıpkı bazı kararsız sanatçılar gibi.

Bir yol ayrımında beklemek… Çok farklı yerlere giden yolların, her biri az çok çekici görünen başlangıçlarına sürekli bakmak, bu yolların bazılarına girmek, biraz yürüyüp geriye dönmek, sonra diğerini, diğerlerini denemek, her defasında geri dönmek… Her defasında hâlâ yollardan birini seçme şansımızın olduğu o yere dönüp orada kendimizi özgürmüş gibi hissetmek ve o yeri sevmek… Yolların çatallandığı yeri kendi evi haline getiren kişi özgür değildir aslında; sadece oradayken kendini özgür hisseder, öyle hissettiği için de orayı sever. Yollardan birine girdiğinde önce zevk alır, ardından huzursuzlanır. Hayat karmaşıktır, demek ki doğru, iyi, gerçek, güzel denen şeyler de karmaşıktır, bir yola sığmaz. Tanpınar’ı, o ihtiyar ağabeyin kalın ve yumuşak bir sesle anlattıklarını hatırlıyorum: Huzursuz ve coşkulu, özgürlük ve mecburiyet hisleriyle doluydu. Tanpınar’ı büyük yapan da aslında şu veya bu kitabı değil, huzursuzluğun trajedisini ve komedisini aynı anda görebilmesi, yani bizzat kendisi, kararsız ve derin ruhuydu.

…Ya da Gözleri Açık Gitmek

Yazı bittiğinde… Ne olacağını, kimin neden iyi veya kötü etkileneceğini kim bilebilir? Bir zamanlar Çernişevski huzur içinde gözlerini kapamış, Dostoyevski ve Tanpınar gibileri gözü açık gitmişti. Şimdi ben ne yapmalıyım?

T-Soft E-Ticaret Sistemleriyle Hazırlanmıştır.